BAL ARISI HASTALIK VE ZARARLILARI İLE
ORGANİK MÜCADELE YÖNTEMLERİ
Gözde MERT¹ Banu YÜCEL² Mustafa KÖSOĞLU³
¹ E.Ü. Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü, 35100 Bornova/İzmir, e-posta:realgozde@yahoo.com
² E.Ü. Ziraat Fakültesi Zootekni Bölümü, 35100 Bornova/İzmir, e-posta: banu.yucel@ege.edu.tr
³ A.D.Ü. Çine Meslek Yüksekokulu, Çine/Aydın, e-posta:kosoglum@yahoo.com
Hasad Hayvancılık Dergisi 2007. 261,263 sayılarda yayınlanmıştır.
Özet
Ülkemiz doğal ve zengin coğrafi yapısı, endemik bitki türü çeşitliliği, henüz bozulmamış bir ekosisteme sahip olması gibi nedenlerden dolayı arıcılık açısından önemli potansiyele sahiptir. Bu olumlu özelliklerin sonucu olarak organik arıcılık son yıllarda Türkiye arıcılığında giderek daha büyük bir yer edinmektedir. Bununla birlikte, organik arıcılık sektörü ciddi problemlerle karşı karşıyadır. Söz konusu sorunların başında; ekonomik zarara, bal ve yavru üretiminin azalmasına, arılarda kış kayıplarına ve kolonilerin ilkbahar gelişmelerinin yavaşlamasına neden olan arı hastalık ve zararlılarının yaygınlığı ve mücadelesindeki aksaklıklar gelmektedir.
Konvansiyonel arıcılıkta, Varroa, trake akarı, mum güvesi gibi arı zararlılarının yanı sıra, Amerikan yavru çürüklüğü, Avrupa yavru çürüklüğü, Nosema, kireç gibi arı hastalıklarına karşı; akarisitler, fumigantlar, antibiyotikler, sentetik piretroitler gibi çok sayıda ilaç kullanılmaktadır. Ancak sentetik kimyasal ilaçlarla mücadele yöntemlerinin uygulanması, arı ürünlerinde kalıntı bırakmaları, insan ve bal arısı sağlığında ciddi riskler yaratmaları nedeniyle organik tarım yönetmeliği kapsamınca yasaklanmıştır. Organik arıcılıkta, tedavi edici etkilerinin öngörülen tedaviye uygun olması kaydıyla, kimyasal bileşimli ilaçlar yerine, organik asitler, fitoterapik ve homeopatik tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra, organik arıcılık yönetmeliğince kabul edilen kimi biyolojik mücadele yöntemlerin de uygulamada yer alması ile organik arıcılıkta hastalık ve zararlılarla mücadele sorunu önemli ölçüde aşılabilecektir.
Key Words: Bal arısı, organik arıcılık, bal arısı hastalık ve zararlıları.
ORGANIC METHODS FIGHT AGAINST OF HONEY BEE
DISEASES AND PARASITES
Summary
Turkey has an important potential because of such reasons that natural and unique geography, variety of endemic plants and hasn’t been ruined ecosystem. As a result of positive features in recent years, organic beekeeping takes a bigger part in Turkish beekeeping as days go on. Howeve
r, organic beekeeping sector is stil facing serious problems. The spread of bee disease and parasites, which cause low honey and brood production, winter loss in bee colonies and lack of colony development in spring and improper applications of chemicals in their treatment take serious role in all of them.
r, organic beekeeping sector is stil facing serious problems. The spread of bee disease and parasites, which cause low honey and brood production, winter loss in bee colonies and lack of colony development in spring and improper applications of chemicals in their treatment take serious role in all of them.
In conventional beekeeping, a lot of chemicals like acaricides, fumigants, antibiotics, syntetic pyretroids are used against varroa, trachea mite, wax moth and also American and European foulbrood, nosemiasis and Ascosphaera apis. However, application of syntetic chemicals has been prohibited because of their residues in bee products and causing serious risks in human and honey bee health by regulations of organic agriculture. In organic beekeeping, phtotherapeutic , homeopathic teratment methods and organic acids are used instead of chemicals providing that their curative effects are correspond to stipulated treatment. In addition, by means of some biological fight methods accepted by organic beekeeping regulations are also taken part in application, the issue of fighting against disease and parasites in organic beekeeping will be able to overcome mostly.
Key Words: Honey bee, organic beekeeping, honey bee diseases and pests.
Giriş
Ülkemiz doğal ve zengin coğrafi yapısı, endemik bitki türü çeşitliliği, henüz bozulmamış bir ekosisteme sahip olması gibi nedenlerden dolayı arıcılık açısından önemli potansiyele sahiptir. Bu olumlu özelliklerin sonucu olarak organik arıcılık son yıllarda Türkiye arıcılığında giderek daha büyük bir yer edinmektedir. Bununla birlikte, organik arıcılık sektörü ciddi problemlerle karşı karşıyadır. Söz konusu sorunların başında; ekonomik zarara, bal ve yavru üretiminin azalmasına, arılarda kış kayıplarına ve kolonilerin ilkbahar gelişmelerinin yavaşlamasına neden olan arı hastalık ve zararlılarının yaygınlığı ve mücadelesindeki aksaklıklar gelmektedir.
Konvansiyonel arıcılıkta, Varroa, trake akarı, mum güvesi gibi arı zararlılarının yanı sıra, Amerikan yavru çürüklüğü, Avrupa yavru çürüklüğü, Nosema, kireç gibi arı hastalıklarına karşı; akarisitler, fumigantlar, antibiyotikler, sentetik piretroitler gibi çok sayıda ilaç kullanılmaktadır. Ancak sentetik kimyasal ilaçlarla mücadele yöntemlerinin uygulanması, arı ürünlerinde kalıntı bırakmaları, insan ve bal arısı sağlığında ciddi riskler yaratmaları nedeniyle organik tarım yönetmeliği kapsamınca yasaklanmıştır. Organik arıcılıkta, tedavi edici etkilerinin öngörülen tedaviye uygun olması kaydıyla, kimyasal bileşimli ilaçlar yerine, organik asitler, fitoterapik ve homeopatik tedavi yöntemleri kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra, organik arıcılık yönetmeliğince kabul edilen kimi biyolojik mücadele yöntemlerin de uygulamada yer alması ile organik arıcılıkta hastalık ve zararlılarla mücadele sorunu önemli ölçüde aşılabilecektir.
KİREÇ HASTALIĞI (Ascosphaera apis)
Ascosphaera apis; bal arısı larvalarında yavru çürüklüğü olarak bilinen hastalığa neden olan bir fungustur.Kireç hastalığının arıcılık sektörüne olan ekonomik zararı son yıllarda tüm dünyada artmaktadır. Kireç hastalığı sebebiyle çok miktarda arı ölümleri meydana gelmektedir ve yapılan araştırmalar, kireç hastalığı için etkili bir kimyasal tedavi yönteminin olmadığını göstermektedir. Antibiyotik kullanımını gerektiren kimi mücadele yöntemleri geliştirilmiş olsa bile bunlar arı larvalarının A. apis’e olan dirençlerini azaltmakta dolayısı ile antibiyotik kullanımından olumlu sonuçlar elde edilememektedir. Ayrıca bal, balmumu ve diğer arı ürünlerinde meydana gelen kimyasal kalıntılar bu maddelerin kullanımını engellemektedir (Jacobsons, 2005).
Kireç hastalığı ile organik mücadele yöntemleri
Hastalığın organik mücadelesinde; organik asitler, kovanda doğal olarak bulunan Bacillus sp. kullanılarak yapılabilen biyolojik kontrol yöntemleri, esansiyel yağlar ve manejman teknikleri uygulanmaktadır. Jendrejak ve Kopernicky (1998), formik asidin A.apis’e karşı %85 etkinlik gösterdiğini bildirmişlerdir.
Son yıllarda, kovanda doğal olarak bulunan Bacillus sp. kullanılarak yapılacak pratik ve uygulanabilir biyolojik kontrol yöntemine ilgi çekilmektedir (Jacobons, 2005). Bu yöntem; A. apis ile bulaşık olmayan kovanlardan toplan
an larvaların %70’lik alkol içerisinde 1 dakika bekletilip kurutulduktan sonra ezilip çeşitli agar ortamlarına konularak fungus gelişiminin baskılayıcısı olan bakterilerin elde edilebilmesi esasına dayanmaktadır.
an larvaların %70’lik alkol içerisinde 1 dakika bekletilip kurutulduktan sonra ezilip çeşitli agar ortamlarına konularak fungus gelişiminin baskılayıcısı olan bakterilerin elde edilebilmesi esasına dayanmaktadır.
Bacillus bakterisi kovanlara spreyle ya da %50 şeker:su solüsyonu içerisine karıştırılarak verilebilmektedir. Yapılan bir araştırmada bu uygulama şekillerinin ikisinden de olumlu sonuçlar elde edilmiş fakat Bacillus bakterisinin kovanlara uygulanmasında en etkili yöntemin bakteriyi bir şeker şurubu içerisine karıştırarak yapılan besleme uygulamaları olduğu bulunmuştur (Jacobons, 2005).
İsrail’ de yapılan bir çalışmada A. apis üzerinde baskılayıcı etkiye sahip olan birçok Bacillus sp. bakterisi izole edilmiş, fakat bunlardan en fazla etkili olanı (B. amyloliquefaciens) in vitro ve in vivo denemelerde kullanılmıştır. Bacillus bakterisi ile yapılan laboratuvar çalışmalarında bu bakterinin arılara karşı zararsız olduğu ve fungusun bulaşıklık seviyesini, doğal konukçu-parazit dengesinin oluşmasına izin verecek kadar azalttığı belirlenmiştir (Jacobons, 2005). Ayrıca Bacillus bakterisi ile yapılan uygulamanın etkinliği farklı iklim koşullarına ve arıcılık tekniklerine sahip Tayland ve Almanya’da yapılan denemelerle kanıtlanmıştır.
Kovanlarda A. apis bulaşıklığının Bacillus bakterisi ile yapılan biyolojik kontrol ile sınırlandırılmasında elde edilen başarı, bu yöntemin streptomisin ve tetrasiklin gibi antibiyotiklerin kullanımına karşı altenatif bir uygulama olduğunu göstermiştir. Bacillus sp. nin çoğaltılmasının kolaylığı, uygulamada pahalı ekipmanlara gereksinim duyulmaması, fazla iş gücü gerektirmemesi, arı ürünlerinde kalıntı bırakmaması ve arı ürünlerinde kaliteye zarar vermeden kovanın doğal mikrobiyal dengesini yeniden yapılandırması gibi avantajları nedeniyle, kireç hastalığına karşı yapılacak organik mücadelede kullanılabilmektedir.
Davis ve Ward (2003), elliden fazla doğal ürünün Ascosphaera apis’in in vitro gelişimini kontrol etmedeki başarılarını belirlemek için bir deneme yapmışlar ve bazı esansiyel yağların kısmen etkili olduklarını saptamışlardır. Yapısında temel bileşen olarak limon özü içeren ve 250 ppm’lik konsantrasyon düzeyinde gelişmeyi baskılayan yağların (Eucalyptus citrodora, Leptospermum petersonii, Leptospermum scoparium) daha fazla etkili olduğunu bulmuşlardır. Calderone ve ark. (1994), sekiz bitki ekstraktının P.larvae larvae, Ascosphaera apis ve Paenibacillus alvei’yeolan etkinliklerini belirlemek amacıyla yaptıkları çalışmada; 100 ppm düzeyindeki tarçın yağının A. apis’in gelişimini 7 gün süreyle tamamen baskıladığını, defne yağı, limon yağı, karanfil yağı, kekik yağının ise 1000 ppm düzeyde tüm gelişimi 7 gün süreyle engellediğini belirtmişlerdir.
Avustralya’da kovanlara yerleştirilen muzun kireç hastalığını etkili şekilde kontol edebildiği bildirilmektedir. Fakat bununla ilgili yapılmış bilimsel bir çalışma bulunmamaktadır. Kovanlara yerleştirilen muzun kireç hastalığını kontrol edebilmesinin veya şiddetini azaltabilmesinin meyve metabolizmasındaki uçucu bileşenlerin veya mikrobiyal parçalanma ürünlerinin fungustatik etki göstermesinden kaynaklanabileceği düşünülmektedir (Hornitzky, 2001).
Kireç hastalığı, stresle ilişkili bir hastalıktır ve kovanda nemin çok fazla olduğu durumlarda, serin ve yağmurlu havalarda, dışarıda yeteri kadar polen ve nektar olmadığı zamanlarda, zayıf kolonilerde ve kötü manejman koşullarında ortaya çıkmaktadır (Davis ve Ward, 2003). Hastalığın organik mücadelesinde uygulanacak diğer yöntemlere ek olarak, strese neden olabilecek tüm bu olumsuzlukları ortadan kaldırıcı önlemler alıp, hastalıklı larvaya sahip peteklerin imha edilmesi, hasta kolonilere sağlıklı işçi arı ve yavru verilerek güçlendirilmesi, hasta yavruların uzaklaştırılmasına yönelik daha iyi temizlik davranışı sergileyen kovanlardan elde edilen analar ile ana yenilemesi yapılması ve havalandırmaya yardımcı olmak amacıyla kovan giriş deliklerinin genişletilmesi gibi manejman tekniklerini doğru şekilde uygulamak gerekmektedir (Gochnauer ve ark., 1975) .
AMERİKAN YAVRU ÇÜRÜKLÜĞÜ (Paenibacillus larvae larvae)
Amerikan Yavru Çürüklüğü, çok tehlikeli bal arısı yavru hastalıklarındandır. Geçen yüzyıl boyunca Avrupa’da hastalığın görülmesinde bir artış meydana gelmiş ve hastalık dünyanın diğer yerlerinde de ciddi bir sorun halini almıştır. Hastalığa Paenibacillus larvae larvae&nb
sp;isimli bakterinin sporları neden olmaktadır. Sporlar hasta ve ölmüş larvaların bulunduğu gözlerde, kovan ürünleri ve malzemelerinde yıllar boyunca canlı kalabilmektedirler. Sıcaklığa ve kimyasal uygulamalara karşı son derece dayanıklıdırlar. Normalde, kapalı yavru gözlerinde hastalığın klinik semptomlarını taşıyan koloniler tedavi edilmezlerse ölürler (Hansen & Brødsgaard, 1997).
sp;isimli bakterinin sporları neden olmaktadır. Sporlar hasta ve ölmüş larvaların bulunduğu gözlerde, kovan ürünleri ve malzemelerinde yıllar boyunca canlı kalabilmektedirler. Sıcaklığa ve kimyasal uygulamalara karşı son derece dayanıklıdırlar. Normalde, kapalı yavru gözlerinde hastalığın klinik semptomlarını taşıyan koloniler tedavi edilmezlerse ölürler (Hansen & Brødsgaard, 1997).
Amerikan yavru çürüklüğü ile organik mücadele yöntemleri
Klinik semptomlar gösteren hastalıklı bal arısı kolonileri mutlaka tedavi edilmelidir. Amerikan yavru çürüklüğünün ekolojisi ve yayılması göz önüne alınarak, patojenin tamamen yok edilmesinin sadece küçük ve izole edilmiş alanlarda mümkün olabileceği sonucuna varılabilir. Organik arıcılıkta bu hastalığın kontrolü esansiyel yağlar, bu yağlardan oluşan karışımlar ve manejman teknikleri kullanılarak yapılabilmektedir.
Amerikan yavru çürüklüğünün kontrolünde çeşitli bitkilerden elde edilen esansiyal yağlar ve esansiyal yağ karışımları kullanılmaktadır. Aromatik bitkilerden elde edilen esansiyal yağlarla yapılan in vitro çalışmalarda, bu yağların antimikrobiyal etkiye sahip oldukları bulunmuştur (Calderone ve ark., 1994). Foris ve Carta, Amerikan yavru çürüklüğü hastalığı görülen bal arısı kolonilerinde tarçın yağının (Cinnamomum zeylanicum) etkili olduğunu belirtmişlerdir (Floris ve Carta, 1990).
Alippi ve ark. (1996); kekik (Satureja hortensis, Origanum vulgare,Thymus vulgaris), lavanta (Lavandula hybrids), ökaliptus, limon (Cymbopogon citratus), nane (Mentha x piperita), biberiye (Rosmarinus officinalis) gibi aromatik bitkilerden elde dilen esansiyel yağların Paenibacillus larvayakarşı antimikrobiyal etkinliklerini belirlemek için in vitro bir deneme yürütmüşlerdir. Deneme sonunda test edilen esansiyel yağlar içerisinde paenibacillus larvae’nın gelişimini en iyi şekilde baskılayan yağların limon ve kekik’den elde edilen yağlar olduğunu bulmuşlardır. Biberiye ve ökaliptus bitkilerinden elde yağların ise Paenibacillus larvae’ye karşı düşük antibakteriyal etki gösterdiklerini belirlemişlerdir. Saf esanslar veya onların temel bileşenleri yerine, birden fazla esansiyel yağ kullanılarak oluşturulan karışımlar, P. L. larvae’ya karşı daha fazla etkinlik gösterebilmektedir.
Genel olarak, amerikan yavru çürüklüğünün önlenmesini amaçlayan bir yönetim stratejisi uygulamak çok önemlidir. Aşağıda manejman kurallarına uyularak hastalığın klinik belirtileri önlenebilmektedir:
• Kovanları sporla bulaşık bal veya polenle beslememek
• Petekleri düzenli olarak yenilemek
• Kullanılan ekipmanları iyi bir şekilde temizlemek
• Hastalığa dayanıklı kovanlardan ana yenilemek
• Kovanları nektar uçuşunun olmadığı zamanlarda beslemek
• Petekleri düzenli olarak yenilemek
• Kullanılan ekipmanları iyi bir şekilde temizlemek
• Hastalığa dayanıklı kovanlardan ana yenilemek
• Kovanları nektar uçuşunun olmadığı zamanlarda beslemek
• Kovanları uygun bir çevreye yerleştirmek
• Erken ve eksiksiz bir hastalık teşhisi yapmak.
• Erken ve eksiksiz bir hastalık teşhisi yapmak.
Silkeleme yöntemi, Amerikan yavru çürüklüğünün kontrol edilmesinde etkili bir uygulamadır. Burada hastalıklı ergin arıların, sağlıklı ve içinde temel petek bulunmayan kovanlara silkelenmesi ve hastalıklı koloninin yavrulu peteklerinin imha edilmesi esası dikkate alınır. Transfer edilen arıların bal midesindeki sporlarla bulaşık ballar da, arıların yeni petek örmeleri esnasında tüketilir.
Amerikan yavru çürüklüğü semptomları bulunan kolonilerdeki arılar bulaşık balın tamamını tüketebilmeleri için perdeli elekli bir kutu içerisine silkelenerek açık hava sıcaklığında birkaç saat tutulurlar. 3-4 günden sonra, arılar yeni çerçeveler üzerine silkelenirler. Yeni ortamlarına silkelenen kolonilere hemen seker şurubu ile besleme yapılmalıdır. Silkeleme yöntemi, kullanılan ekipmanların sterilize edilmesi ve hastalıklı peteklerin eritilmesi ile kombine edilmelidir (Brødsgaard & Hansen, 1999) . Bal arılarının Paenibacillus larvae larvae’ya karşı iyi bir dayanıklılık göstermeleri gerekmektedir. Bu yüzden, eğer koloni amerikan yavru çürüklüğüne karşı zayıf bir toleransa sahip ise, bu kolonilerin analarını hastalığa dayanıklı olan ırkların anaları ile değiştirmek çok önemlidir. Silkeleme yönteminin sterilize etme, petek eritme ve dayanıklı kolonilerden anaların kullanılması yöntemleri ile uyum içerisinde kullanılması ile patojen seviyesi bir daha hastalık oluşturmayacak şekilde azaltılır. Bu yöntem yoğun emek gerektiren bir uygulama olmasına karşılık, arı kolonilerini hastalığa karşı önemli düzeyde korumaktadır (Hansen & Brødsgaard, 2002).
Yapay oğul yöntemi, Amerikan yavru çürüklüğü ile mücadelede yarar
lanılan uygulamalardandır. Bu yöntemin esası; bakteri ile bulaşık tüm yavrulu peteklerin imha edilip, kullanılan malzemelerin dezenfekte edildikten sonra hastalıklı ve zayıf kovanların işçi arılarını birleştirerek güçlü bir kovan oluşturmaktır. Yapay oğul yöntemi ile ergin arılar kurtarılabilir ve bu arılardan yeni bir koloni oluşturulabilir. Yapay oğul yöntemi, “ergin işçi arılarla oluşturulan oğul” anlamına gelmektedir. Bu oğulun bir açlık safhası vardır. Açlık boyunca 1.5-2 gün süre ile arılar birbirilerini temizleme davranışı gösterirler ve bu yolla sporları vücutlarından uzaklaştırırlar. Açlık durumundan sonra, hastalık sporları arıların rektumundan dışkı ile kovan dışına bırakılır. Yapay oğul yöntemi uygulanan koloninin yavrulu alanının yakınından toplanan besin örnekleri bakteriyolojik olarak incelendiğinde bu örneklerde hastalık sporlarına rastlanmamıştır (Von Der Ohe, 2003). Doğru uygulandığı takdirde, yapay oğul yöntemi ile hastalık tedavi edilebilmekte ve uygulamadan sonra da Amerika yavru çürüklüğü sporlarına rastlanmamaktadır (Otten ve Otto, 2005).
lanılan uygulamalardandır. Bu yöntemin esası; bakteri ile bulaşık tüm yavrulu peteklerin imha edilip, kullanılan malzemelerin dezenfekte edildikten sonra hastalıklı ve zayıf kovanların işçi arılarını birleştirerek güçlü bir kovan oluşturmaktır. Yapay oğul yöntemi ile ergin arılar kurtarılabilir ve bu arılardan yeni bir koloni oluşturulabilir. Yapay oğul yöntemi, “ergin işçi arılarla oluşturulan oğul” anlamına gelmektedir. Bu oğulun bir açlık safhası vardır. Açlık boyunca 1.5-2 gün süre ile arılar birbirilerini temizleme davranışı gösterirler ve bu yolla sporları vücutlarından uzaklaştırırlar. Açlık durumundan sonra, hastalık sporları arıların rektumundan dışkı ile kovan dışına bırakılır. Yapay oğul yöntemi uygulanan koloninin yavrulu alanının yakınından toplanan besin örnekleri bakteriyolojik olarak incelendiğinde bu örneklerde hastalık sporlarına rastlanmamıştır (Von Der Ohe, 2003). Doğru uygulandığı takdirde, yapay oğul yöntemi ile hastalık tedavi edilebilmekte ve uygulamadan sonra da Amerika yavru çürüklüğü sporlarına rastlanmamaktadır (Otten ve Otto, 2005).
AVRUPA YAVRU ÇÜRÜKLÜĞÜ (Melissococcus pluton)
Avrupa yavru çürüklüğü, Melissococcus pluton isimli bakterinin neden olduğu ve dünyanın birçok bölgesinde yaygın olarak görülen bir yavru hastalığıdır (Tutkun ve Boşgelmez, 2003). Bu hastalık, işçi, erkek ve ana arı larvalarında da görülebilmektedir. 48 saatlik larvaların hastalığa yakalanma ihtimalleri daha fazladır ve genellikle de pupa dönemine geçmeden ölürler. Avrupa yavru çürüklüğü; yağmacılık, bulaşık ballık ve peteklerin sağlıklı kovanlara aktarılması, bulaşık arıcılık malzemelerinin, bulaşık bal ve polenin kullanılması ile yayılabilmektedir (http://www2.dpi.qld.gov.au/bees/4920.html).
Avrupa yavru çürüklüğü ile organik mücadele yöntemleri
Avrupa yavru çürüklüğü bulaşıklığı şiddetli değil ise, iyi bir nektar akışı boyunca hastalık ortadan kaybolacağı için genelde her hangi bir müdahaleye ihtiyaç duyulmaz. Yetersiz besin, kışın yapılan bal akışı, kovanların aşırı faaliyeti, insektisit zehirlenmesi ve yetersiz bakıcı arı olmasına karşın fazla miktarda yavru bulunmasından kaynaklanan ve strese yol açan bu olumsuz koşulları ortadan kaldırmak gerekmektedir (http://www2.dpi.qld.gov.au/bees/4920.html).
Bu hastalığın organik mücadelesinde biyolojik yöntemlerden ve manejman uygulamalarından yararlanılmaktadır. Cardiff üniversitesinden Dr. Brian Dancer ve ekibi Paenibacillus larvae spp. Pulvifaciens isimli bakterinin M.pluton üzerinde baskılayıcı etkiye sahip olduğunu belirtmişlerdir. Avrupa yavru çürüklüğünün biyolojik kontrolü için umut veren bu etki mekanizmasının denenmesi amacıyla, P. larvae subsp. pulvifaciens’ın uygun ırkları izole edilmiş ve Avrupa yavru çürüğü görülen kolonilere uygulanacak yeterli miktarı sağlamak üzere çoğaltılmıştır. Süregelen denemelerde, PLP sporları süspansiyonunun ergin arılar, yavrular ve koloni üzerinde herhangi bir toksik etki göstermediği bildirilmiştir. Deneme hala sonuçlanmadığı için, uygulanan spor süspansiyonunun hastalıklı kolonilerdeki yavru çürüklüğü sporlarını yok edip edemediği sonucuna henüz ulaşılamamıştır (http://www.csl.gov.uk/science/organ/environ/bee/rnd/biologicalcontrol.cfm.).
Avrupa yavru çürüklüğüne karşı yapılacak sistemli kovan içi uygulamalar; kovanda genç ana arının bulundurulması, düzenli olarak yavrulu peteklerin yenilenmesi, kovanda yeterli besin stokunun bulundurulması, yavrulu alanda hastalığa neden olan organizmaların yoğunluğunu azaltmada yardımcı olacaktır (Somerville, D. 2004)
NOSEMA (Nosema apis Z.)
Nosema hastalığı, ergin bal arılarının sindirim sisteminde görülen ve Nosema apis (Zander) tarafından meydana getirilen protozoan bir hastalıktır (Tutkun ve Boşgelmez, 2003). Nosema apis laboratuar kültüründe çoğaltılamaz, sadece canlı bal arılarının bal midelerinde çoğalabilir (Mussen, 2002; Yücel ve Doğaroğlu, 2005). Hastalığa yakalanan arıların yaşam süresi azalmakta, fizyolojik yaşlanması hızlanmakta, yutak bezlerinde körelme meydana gelmekte, kolonide kışlama kayıpları artmakta, bal üretimi azalmakta ve ilkbahar gelişimi zayıflamaktadır (Fries, 1993). Nosema hastalığı genelde önemli bir zarara yol açmaksızın çoğu arılıkta görülmektedir. Bu hastalık stres ile ilişkili bir hastalıktır. Kış ve ilkbahar mevsimlerinde kolonilerde oluşabilecek olumsuzluklar hastalığın etkisini ağırlaştırmaktadır (Fries, 1993).
Nosema ile organik mücadele yöntemleri
Ergin arı hastalıklarından biri olan Nosemanın organik mücadelesinde, çeşitli bitkilerden elde edilen esansiyal yağlardan ve asetik asit fumigasyonu uygulamasından faydalanılmaktadır.
Çoğu bitki türünde kekik, limon özü ve ökaliptus gibi bitki yağlarının aktif bileşenleri bulunmaktadır (Boland ve ark., 1991). Bu bileşenlerin patojenik funguslara karşı etkili oldukları belirtilmektedir (Zambonelli ve ark., 1996; Yücel ve Doğaroğlu, 2005). Arılar tarafından toplanan çoğu bitki türünün polen ve nektarlarında bu bileşenler doğal olarak bulunabilmektedir. Hastalığın geç ilkbahar ve yaz aylarında daha az görülmesinin, N. Apis’e karşı etkili kekik poleni ve nektarının arılar tarafından bu dönemde tüketilmelerinin bir sonucu olabileceği bildirilmektedir (Robert N. Rice Ph.D., 2001).
Nosemaya etkili olabilen bir başka ürün ise, “Protofil” isimli hidro alkolik ekstraksiyondan elde edilen doğal bileşendir. Karahindiba, civanperçemi, zahter otu,fesleğenbitkilerinden elde edilen ve o bitkilerin vitaminlerini ve mikro elementlerini içeren maddeler sayesinde ürün, Nosema apis’in gelişimini önlemekte, barsak patojen florasını baskılamakta, arı ve larvaların sindirim enzimi salgısını uyarmakta ve besinlerin iyi sindirilmesini sağlamaktadır. Koloni yaşamındaki düzenlilik sayesinde, ana arı yumurtlamaya teşvik edilmekte, bunun sonucunda arıların populasyonu ve üretkenlikleri artmaktadır (Chioveanu ve ark., 2004).Ürünün yapısında alifatik hidrokarbonlar içeren esansiyel yağlar, sesquiterpen, triterfenolik karbonlar, olenolik asit, flavonik bileşenler, mikro elementler ve vitaminler, özellikle B grubu ve etil alkol bulunmaktadır. Ayrıca Protofil, B vitamini kompleks solusyonu içermekte olup, bu özelliği sayesinde, bütün spor membranlarına nüfuz etmekte ve bu yolla sporun sonradan ortaya çıkabilecek gelişimini de durdurmaktadır (Chioveanu ve ark., 2004).
Nosema hastalığı balmumu ile bulaşabilmektedir. Kolonilerin yaz başında bulaşık peteklere aktarılması, bir sonraki ilkbaharda bu hastalığın gelişmesine neden olacaktır. Yağmacılık da hastalığın yayılmasına neden olmaktadır çünkü bulaşık olan kovanlardaki ballarda hastalık sporları bulunmaktadır. Hastalığın bir diğer sebebi de kalabalık kolonilerde sıkışıp ezilen arı kalıntılarında bulunan sporların diğer arılar tarafından yutulmasıdır. Hem hastalığın yayılmasını önlemek hem de petek değiştirme ve petek eritme ihtiyacını azaltmak için peteklere asetik asit fumigasyonu ya da ısı uygulaması yapılarak sporların öldürülmesi sağlanmalıdır (Fries, 1993). Asetik asit fumigasyonu petekleri Nosema sporlarından arındırmak için basit bir yoldur. Fumigasyonun başarılı olabilmesi için arılarlın bulaşık ekipmandan temiz ekipmana mümkün olduğu kadar çabuk aktarılması gerekmektedir. Bu amaçla, %60’lık asetik asit solusyonu her litre hacim için 2 ml olacak şekilde uygulanmaktadır. Bu asit, boş bir kovan içerisine istiflenmiş petek yığınları üzerine konulur ve bir kapakla kapatılır. Asit tamamen buharlaşıncaya kadar veya petekler tekrar kullanılabilir hale gelene kadar petek yığını üzerinde bırakılır (Fries, 1993).
Petekler ve diğer kovan malzemeleri üzerindeki N. apis sporlarını öldürmek için uygulanacak diğer bir yöntem ısı uygulaması yapmaktır. Bu uygulama malzemelerin 490C’de 24 saat boyunca ısıtılması ile yapılmaktadır. Isı uygulaması sıcaklığın her yerde aynı olduğu ve termostatik olarak kontrol edilebildiği bir odada yapılmalıdır. Peteklerin erimesi riskine karşı, daha yüksek sıcaklık uygulamalarından kaçınılmalıdır (Morse ve Shimanuki, 1990).
Koloniler, yeterli havalandırmayı sağlayabilecek bir kovana sahip olmalı, arılık hakim rüzgarlardan korunmalı, kovanlar soğuk, nemli ve gölgelik alanlarda tutulmamalıdır (Hornitzky, 2005).
BÜYÜK BALMUMU GÜVESİ (Galleria mellonella L.)
Dünyada arıcılık yapılan her bölgeye yayılmış olan Büyük balmumu güvesi, bal arısının en önemli zararlılarından biridir. Mum güvesinin larvaları; balmumu, bal ve depolanmış polenler üzerinde beslenerek ağır ekonomik kayıplara neden olur. Sağlıklı kolonilerde mum güvesinin neden olacağı zarar, işçi arılar tarafından etkili bir şekilde kontrol edilebilmekte ise de; anasız kolonilerde, pestisit veya hastalıklara maruz kalarak zayıflamış kolonilerde büyük kayıplar meydana gelmektedir. En ağır kayıplar ise kış ayları süresince depolanmış peteklerde görülmektedir (Tutkun ve Boşgelmez, 2003).
Balmumu güvesi il
e organik mücadele yöntemleri
e organik mücadele yöntemleri
Balmumu güvesinin organik mücadelesinde organik asitler, Bacillus thuringiensis (Bt) bakterisi, teknik ve fiziksel yöntemlerden yararlanılmaktadır.
Bacillus thuringiensis 1911 yılında keşfedilmiştir ve yıllardan beri bitki koruma uygulamalarında kullanılmaktadır. Bu bakterinin arılara herhangi bir zararı yoktur ve bal ile balmumunda kalıntı bırakmaz. Bt bakterisi, toksin içeren bir madde üretmektedir. Mum güvesi larvası, bu sporları yuttuğunda toksin serbest kalır ve barsak duvarlarına zarar verir. Sonuçta larva ölür. Ergin balmumu güveleri beslenmediklerinden, bu uygulamadan etkilenmemektedirler (Clay, 2001).
Mum güvesi ile mücadelede balın doğal yapısında bulunan asetik ve formik asit uygulamalarından da yararlanılabilmektedir. Bu organik asitler bal mumunda ve balda herhangi bir kalıntı problemi yaratmamaktadır. Asetik asit buharı ergin mum güvesini ve yumurtalarını hemen öldürmektedir. Koza içindeki mum güvesi larvalarının daha dayanıklı olduğu göz önüne alınarak, uygulamanın, ergin ve yumurta dönemindeki mum güvelerine göre daha uzun süre yapılması önerilmektedir (Moosbeckhofer R., 1993).
Mum güvesi ile mücadelede yararlanılan teknik ve fiziksel uygulamalar; peteklerin tasnif edilmesi, eski peteklerin hemen eritilmesi ve peteklerin soğuk ve havadar bir yerde depolanması gibi işlemleri kapsamakta, bal ve balmumunda kalıntı sorunu meydana getirmemektedir. Kovanda çok miktarda mum güvesi bulunduğu zamanlarda bu yöntemler yeterli olmamaktadır (Clay, 2001).
VARROA (Varroa jacobsoni Q.)
Arı akarı (Varroa jacobsoni Q.) bal arılarının larva, pupa ve erginleri üzerinde yaşayan ve uzun süre dikkati çekecek bir belirti göstermeden çoğalan, tehlikeli bir dış parazittir. Varroa, bal arısının kan sıvısını (hemolenf) emerek beslenmekte ve konukçusunun ölümüne neden olmaktadır (Tutkun ve Boşgelmez 2003). Ayrıca bu akar bal arılarının kimi morfolojik ve fizyolojik özelliklerini olumsuz yönde etkilemekte (Goodwin ve Van Eaton, 2001) ve ergin arılar üzerinden, doğal oğul, yağmacılık ve rüzgar yardımıyla bir koloniden diğerine yayılmaktadır (Kumova, 2003). Bugüne kadar kullanılan fluvalinate, flumetrin, amitraz ve coumaphos gibi ilaçlarla yapılan kimyasal mücadele yöntemlerinin, bal ve balmumunda kalıntı bırakmaları nedeniyle (Elzen ve ark., 1999) organik mücadelede kullanılmaları yasaklanmıştır. Günümüzde varroanın bulunmadığı bir arılıktan söz etmek neredeyse mümkün değildir. Dünyada ve ülkemizde, bu denli yaygın olan bir arı zararlısı ile mücadelede tamamen ve kalıcı bir yöntem henüz geliştirilememiştir. Varroa mücadelesinin amacı; kolonideki tüm akarları öldürmek değil, akar populasyonunu koloniye zarar verecek seviyenin altında tutmaktır.
Varroa ile organik mücadele yöntemleri
Varroa ile organik mücadelede, organik asitler (formik asit, oksalik asit ve laktik asit), bitkilerden elde edilen esansiyel yağ bileşenleri ve manejman teknikleri kullanılmaktadır. Organik asitlerle uygulama yapıldığında bal ve balmumunda kalıntı problemi meydana gelmemekte, esansiyel yağ bileşenleri kullanıldığında da bu maddeler uygulama süresince balmumunda birikse de sonradan büyük bir kısmı buharlaşmaktadır. Balda meydana gelen kalıntı ise azdır ve toksik açıdan insan salığı üzerine olumsuz bir etkisi yoktur. Organik asitlerin (formik asit, oksalik asit, laktik asit vb.) günümüzde Varroa ile mücadelede en çok kullanılan biyo-pestisidler olduğu ve bu organik asitlerin, uygun zamanda ve dozda kullanıldıklarında kolonide ana arı, ergin arı ve yavru populasyonu üzerinde olumsuz bir etki yaratmadığı belirtilmektedir (Imdorf ve ark., 1996; Milani, 1999; Goodwin ve ark., 2002; Yücel, 2005).
Bal arılarında Varroa mücadelesinde formik asidin buharlaşma özelliğinden yararlanılarak başarılı sonuçlar elde edilebilmektedir. Formik asidin yavaş buharlaşması ilacın etkinliği bakımından çokönemlidir ve etkinlik hava koşullarına, uygulama mevsimine, buharlaşma kabının hacmine ve bu kabın kuluçkalığa olan uzaklığına bağlı olarak değişmektedir (Daniel ve ark., 1998, Charriere ve ark., 1998) . 10-250C arasında yapılan uygulamalardan en iyi sonuç alınmakta, 300C’den yüksek sıcaklıklarda ana ve arı kaybı meydana gelebilmekte ve 100C’den düşük sıcaklıkta ilaç yeterli etkiyi gösterememektedir. Buharlaşmayı kontol altına almak ve dolayısıyla etkinliği arttırmak için bu güne kadar plastik poşetler, buharlaştırma aygıtları ve jeller gibi bir çok uygulama yöntemi geliştirilmiştir (Goodwin
ve ark., 2002). Formik asidin etkinliğinin, kullanılan uygulama şekline bağlı olarak %60-92 arasında değiştiği bildirilmektedir (Fries, 1991; Imdorf ve ark., 1997). Formik asit püskürtme şekli etkili olmasına karşın, çok hızlı buharlaşması toksik etkiyi artırmaktadır (Imdorf ve ark., 1999). Formik asit jel uygulama yöntemi, püskürtme yöntemine göre kullanım riskini azaltmaktadır. ABD ve Avrupa ülkelerinde formik asidin jele emdirilmiş formülleri kullanılmaktadır ve bu uygulamanın Varroa’ya karşı %84 düzeyinde bir etki gösterdiği belirtilmiştir (Eguaras ve ark. 2001). Formik asidin uygulanması sırasında kovan giriş ve havalandırma deliklerinin tamamen açılması gerekmektedir ve uygulama 1-4 gün aralıkla 3-5 kez tekrarlanmalıdır. Formik asit, balın doğal bir maddesi (balda % 0.1-0.5 oranında bulunmaktadır) olmakla birlikte balda kalite problemleri meydana gelmemesi için bal hasadından 6-8 hafta önce uygulamayı bitirmek gerekir.
ve ark., 2002). Formik asidin etkinliğinin, kullanılan uygulama şekline bağlı olarak %60-92 arasında değiştiği bildirilmektedir (Fries, 1991; Imdorf ve ark., 1997). Formik asit püskürtme şekli etkili olmasına karşın, çok hızlı buharlaşması toksik etkiyi artırmaktadır (Imdorf ve ark., 1999). Formik asit jel uygulama yöntemi, püskürtme yöntemine göre kullanım riskini azaltmaktadır. ABD ve Avrupa ülkelerinde formik asidin jele emdirilmiş formülleri kullanılmaktadır ve bu uygulamanın Varroa’ya karşı %84 düzeyinde bir etki gösterdiği belirtilmiştir (Eguaras ve ark. 2001). Formik asidin uygulanması sırasında kovan giriş ve havalandırma deliklerinin tamamen açılması gerekmektedir ve uygulama 1-4 gün aralıkla 3-5 kez tekrarlanmalıdır. Formik asit, balın doğal bir maddesi (balda % 0.1-0.5 oranında bulunmaktadır) olmakla birlikte balda kalite problemleri meydana gelmemesi için bal hasadından 6-8 hafta önce uygulamayı bitirmek gerekir.
Formik asit emici pedler, plastik poşet veya kovan dip tahtası üzerine uygulanabilir. Emici pedler formik asidi emebilecek herhangi bir materyal olabilir (örneğin;pamuklu bez peçete,birkaç kağıt havlu veya kağıt çocuk bezleri). Materyal, %65’lik 30 ml Formik asidi hiç damlatmaksızın emebilmelidir. Malzemelerin emiciliklerini belirlemek için materyal önceden test edilmelidir. Pedin yerleştirileceği çıtanın üzerindeki arılar duman verilerek uzaklaştırılır. Emici ped çıtalar üzerine yayılır ve bir şırınga ile 30 ml %65’lik Formik asit ped’e enjekte edilir. Bu uygulama, 5 gün aralıklarla 6 kez tekrarlanmalıdır. Ped’ler eriyip bozulmadıkları sürece kullanılabilirler (Goodwin ve ark., 2002). Plastik poşet yönteminde, içinde % 65’lik 250 ml formik asidi tamamen emebilecek bir materyal bulunan 27cm * 28 cm ebatlarında fermuarlı plastik poşetler kullanılır. Bu poşetlerin üst kısımlarına 1 cm* 24 cm’lik bir delik açılır ve kovan üst çıtaları üzerine yerleştirilir (Goodwin ve ark., 2002). Formik asit bir şırınga yardımı ile kovan dip tahtasının alt kısmından kovan içine püskürtülerek de verilebilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta; kovan dip kısmındaki arıların zarar görmesinin engellenmesidir. Bunun için kovan giriş deliğinden körükle duman verilerek arıların uzaklaşması sağlanmalıdır. Bu uygulamada 15 ml %65’lik formik asit kullanılır. Uygulama toplam 5-6 uygulama olacak şekilde tekrarlanmalıdır (Goodwin ve ark., 2002). Ağustos başında doğal Varroa düşüşünün 10 akar/gün olduğu zaman ilki bal hasadından hemen sonra ve ikincisi eylül ortasında olmak üzere iki uzun süreli formik asit uygulaması yapmak gerekmektedir. Eğer kovan dip tahtasına düşen Varroa sayısı 10 akar/gün ise, bir uygulama yeterli olmaktadır. İkinci formik asit uygulamasının yapılıp yapılmayacağına ilk uygulamadan sonraki üç hafta süresince kovan dip tahtasına düşen varroa sayısı izlenerek karar verilmelidir. Bir uygulamanın etkinliğinin %60-80’ e, iki uygulamanın etkinliğinin ise %90-90’ e ulaşması beklenmektedir (Charriere ve Imdorf, 2003).
Oksalik asit, Varroa mücadelesinde en sık kullanılan organik asitlerden birisidir. Oksalik asit, formik asit gibi kapalı yavru gözleri içerisindeki Varroalara etki etmediğinden, beklenen yararın sağlanabilmesi için kolonide kuluçka üretiminin en az olduğu dönemlerde (geç sonbaharda 1 kez, erken ilkbaharda 1 kez) kullanılmalıdır (Imdorf ve ark., 1997, Nanetti, 1999; Prandin ve ark., 2000; Yücel, 2005). Bu şekilde yapılan Varroa mücadelesinde ortalama %90-95 düzeyinde bir başarı sağlandığı bildirilmektedir. Oksalik asit solusyonu kovanlara spreyle, buharlaşma ve damlatma yöntemleriyle uygulanabilmektedir. Imdorf ve ark (1997) yaptıkları bir çalışmada en yüksek ilaç etkinliğinin damlatma yöntemiyle elde edildiğini bildirmişlerdir. Oksalik asit uygulaması 7-300C’ler arasında, gün içerisinde rüzgarsız ve kovanların açılabileceği zamanlarda yapılmalıdır. Birden fazla uygulama yapıldığında arı ölümleri artmakta veya gelecek ilkbaharda koloni gelişimi yavaşlayabilmektedir. Oksalik asit doğal olarak balda bulunmasına karşın Varroa mücadelesinde kullanıldığında balda tat kalıntısı bırakabilmektedir. Balın kalitesini etkilememek için sonbaharda uygulama yapılması önerilmektedir.
Spreyle oksalik asit uygulamasında, 30 gr dehidrat oksalik asit 1000 ml suda çözdürülmekte ve arıların bulunduğu kümeler üzerine, her peteğe 3-4 ml çözelti hesaplanarak, el spreyi ile püskürtülmektedir. Bu doz arılar tarafından çok iyi tolere edilebilmektedir. Özellikle tek katlı yavrusuz kolonilerde ergin arı üzerindeki Varroalara doğrudan etkili olmaktadır. Uygulama etkinliğinin %95in üzerinde olmasına karşılık, yoğun işgücü ve zaman kaybına neden olmaktadır (Imdorf ve ark. 1997., Higes ve ark. 1997., Mutinelli ve ark. 1997., MAF, 2001). Damlatma yönteminde ise, üzeri tamamen arıyla kaplı çerçeveler arası boşluk için %3.2 ‘lik 5 ml şeker şurubu/okzalik asit solüsyonu kullanılır (arılar çerçeveler arası boşluğu tamamen doldurmuş olmalıdır). Bu amaçla, 1 litre 35-400C sıcaklıkta temiz su ile 1 kg toz şeker temiz bir kapta ve güvenli bir yerde karıştırılarak oda sıcaklığına (200C) ulaşana dek soğutulur. Solüsyona 75 gr kristal okzalik asit ilave edilir ve iyice karıştırılır (Charriere ve Imdorf, 2002). Kovandaki arı mevcuduna göre uygun miktar alınır ve peteklerin üst çıtalarının arasından petek arası boşluktaki arılar üzerine damlatılır (örneğin üzerleri tamamen ergin arıyla kaplı 10 çerçeve arıya toplam 50 ml solüsyon kullanılır) (Goodwin ve ark., 2002). Uygulamanın kolonilerde herhangi bir zararlı etkisi belirlenmemiştir. Ancak kolonilere yüksek dozlarda uygulanması durumunda arıları zayıflatmaktadır. Damlatma yöntemi ile okzalik asit etkinliği %95’in üzerinde bulunmuştur (Nanetti, 1999; MAF, 2001).
Varroa ile organik mücadelede kullanılan laktik asit, genellikle az sayıda kovanı bulunan arıcıların uygulamasına yöneliktir. Bal hasat dönemi dışında yıl boyunca sıcaklığın 70C’den yüksek ve havanın rüzgarsız olduğu her zaman uygulanabilmektedir. Uygulamada, %15’lik 5 ml laktik asit petek yüzeylerine bir el spreyi yardımıyla püskürtülür. Kovan populasyonunun arttığı yaz aylarında ilacın dozu 8 ml’ ye çıkarılabilir ve uygulama 2-5 kez tekrarlanır. Laktik asit etkinliğinin, yavrusuz kolonilerde optimum koşullarda %80, kapalı yavru gözü bulunan kolonilerde ise %20-30 düzeyinde olduğu bildiril
mektedir (Imdorf ve Kilchenmann, 1990).
mektedir (Imdorf ve Kilchenmann, 1990).
Doğal maddelerden ve aromatik bitkilerden çıkartılan esansiyel yağlar da Varroa kontrolünde etkili olmaktadır. Varroa mücadelesinde tütün, çam yaprağı, sarmısak, kekik, okaliptüs, ardıç, nane, pireotu, ceviz, turunçgil, pelin ve kimyon gibi bir çok bitkinin özü ve yaprakları kullanılmaktadır. Bu tür uygulamalar Varroa populasyonunu azaltmada %40-75 oranında etkili olmaktadır. Ancak çok yoğun olarak koloni içerisinde tutulan bu bitkiler, ağır kokuları nedeniyle ana arı üzerinde olumsuz etki yapabilmektedir (Witherel ve Bruce, 1990). Çeşitli ülkelerde Varroa kontrolünde tarçın yağı, okaliptus yağı, karabiber yağı, yeşil çay yağı, neem yağı ve kekik yağı kullanılmaktadır (Amrine ve ark, 1996). Avrupa’da özellikle Apiguard ve Apilife Var gibi kekik ve kekik karışımlı esansiyel yağlar, diğer esansiyel yağlara göre çok daha fazla kullanılmaktadır (Imdorf ve Charriere, 2003).
Organik asit yönetmeliğinde biyoteknik uygulamalardan yalnızca erkek arı gözlerinin kesilip imha edilmesine izin verilmektedir. Bu yöntemde, Varroaların üremek için erkek arı gözlerini tercih etmeleri özelliğinden yararlanılır. Bu amaçla erkek yavru gözü içeren petekler kovana verilir, Varroaların bu gözler içerisine girmeleri sağlanır ve daha sonra bu petekler kovandan uzaklaştırılır. Verimli bir sonuç elde etmek için bu uygulama sezon boyunca birçok kez tekrarlanmalıdır. Yöntemin uygulanması kolaydır, özel aparatlar gerektirmez fakat zaman alıcı bir yöntemdir ve varroa zararlısının çok yoğun görüldüğü durumlarda tek başına yeterli olamamaktadır (MAFF, 2000).
Flores (2004), Metarhizium anisopliae isimli bir fungusun Varroa akarına karşı oldukça patojenik etki gösterdiğini bildirmiştir. Bu fungusun arılara ve ana arının üretkenliğine herhangi bir zararı bulunmamaktadır. Araştırmacılar, fungusun etkinliğini denemek amacıyla, plastik şeritleri kurutulmuş fungus sporları ile kaplamışlar ve kovanlara yerleştirmişlerdir. Arılara kovana sokulan yabancı bir cisme saldırma davranışı gösterdiklerinden dolayı bu plastik şeridi de parçalamaya bulaştırarak koloniye yayılmasını sağlamışlardır. Saha denemesinde, kovanlar içine şeritler yerleştirildiğinde birçok arının bunlarla hemen temasta bulunduğu izlenmiştir. 5- 10 dk sonra kovandaki tüm arılar fungusla bulaşık hale gelmiş ve bu arılar üzerindeki akarların büyük çoğunluğu 3-5 gün içerisinde ölmüştür. Araştırıcılar, bu fungusun koloni gelişimini ve populasyon büyüklüğünü engellemeden mükemmel bir Varroa kontrolü sağladığını belirtmişlerdir. (Flores, 2004).
Boş peteklerin muhafazası
Petek muhafazasında kuru ve havadar bir yer olmalıdır. Soğukta saklama 7-8 0C altında olmalıdır. Kışı soğuk geçen yörelerde hava sıcaklığın belirttiğimiz derecelerin altında olduğu süre boyunca herhangi bir önlem almaya gerek yoktur. Koyu renkli ve polenli petekler petek güvesine bol miktarda besin maddesi sunduklarından çok kısa sürede güvelenirler. Bu grup çerçevelerin sık sık elden geçilerek ayıklanması gerekmektedir. Peteklerin saklanmasında kükürt gazı kullanımı etkilidir. Odanın her bir m3 hacmi için 50-100 g kükürt yakılması yeterlidir. Uygulama sırasında odada metal eşya bulunmamasına dikkat edilmelidir. Yumurta üzerinde etkili olmadığından petekler kovandan alındıktan 1-2 hafta sonra uygulanmalı ve 2 hafta sonra tekrar edilmelidir. Kükürt alev almadan sadece duman vererek yanması sağlanmalıdır.
http://www.aricilikmuzesi.net/SabitYazilar.aspx?YaziId=53