Ana Sayfa Arama Galeri Video Yazarlar
Üyelik
Üye Girişi
Yayın/Gazete
Yayınlar
Kategoriler
Servisler
Nöbetçi Eczaneler Sayfası Nöbetçi Eczaneler Hava Durumu Namaz Vakitleri Gazeteler Puan Durumu
WhatsApp
Sosyal Medya

Miraç kandilinde peygamberimizin yaşadıkları

Miraç Miraç (Arapça: معراج;

Miraç

Miraç (Arapça: معراج; birebir yazımla Mirac), İslam dini anlatımlarında, Muhammed’in göğe yükselip, Allah ve öte âlemleri görüp geriye döndüğü rivayetlerine verilen isimdir. Rivayetler; Muhammed’in kalbinin temizlenmesi, Burak ve Cebrail eşliğinde Mescid-i Aksa’ya gidiş (isra), Burak’ı bağlayıp peygamberlere namaz kıldırma, muallak taşından göğe yükselme, Allah ile konuşmalar, gök katlarında diğer peygamberler ile diyaloglar, cennet ve cehennemi görme ve geri dönme gibi bölümlerden oluşur.

Sonraki yüzyıllarda yazılan miraçnamelerde Ali’ye benzer şekilde, İslam tarihinde Satuk Buğra Han, Ahmed Yesevi ve Celaleddin Rumi gibi Muhammed’den yüzyıllar sonra yaşamış dini/politik şahsiyetler bile miraç hikâyelerine dahil edilir. Böylece Alevi kültürü gibi bu kişilerin görüş ve uygulamaları da meşrulaştırılarak İslam kültürünün temel parçaları arasına sokulur ve yüceltilir.[1]

“Kendisiyle yukarı çıkılan şey, merdiven” anlamına gelen kelime, Türkçeye “yükseğe çıkma” şeklinde çevrilir ve uruc (yükselme) kökünden gelir.[3][4]İsra, Arapçada gece yolculuğuna verilen isimdir. Muhammed’in geceleyin Mescid-i Haram’dan Burak adı verilen binek üzerinde Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya götürülmesini ifade eder.[5] Birlikte İsra ve Miraç olarak anılır.

Gök Tanrı inancından Hristiyanlığa, Zerdüştlükten Yahudiliğe, Mazdeizmden İslamiyete kadar birçok inanç göğü kutsal kabul etmiş ve göğü Tanrı’ya mekân olarak seçmişler, ölüm sonrası ruhlarının gökyüzüne yükseldiğine ve orada sonsuz yaşama ulaştığına inanmışlardır. Miraç bu inanç ve hikayelerin İslami yansımalarından biri olarak görülür. İslam kültüründeki miraçnameler ile özellikle Ardavirafname arasında birçok paralellikler göze çarpar.[6] Birçok inançta Evren yeryüzü ve gökyüzü (7 kat gök) olarak iki bölümden oluşur. Buna göre iyi ruhlar gökyüzüne, cennete yükselirken, kötü ruhlar yerin altında, cehennemde azap çekerler.

Ardavirâf, ömrü boyunca günah işlemediği için din adamlarından oluşan bir kurul tarafından Ahura Mazda ile görüşmeye gönderilir. Meng isminde bir içecekten üç kadeh içtikten sonra uykuya dalar. Yedi gün boyunca Kutsal Surûş ve tanrı Azer’in eşliğinde Çinvat Köprüsü’nü görür, cenneti ve sonra sırasıyla araf ve cehennemi gezer. Burada iyilerin cennetteki, günahı ve sevabı eşit olanların araftaki ve günahkârların cehennemdeki durumu hakkında bilgiler edinir ve döner.[6]

Ayet ve hadisler[]

Kur’an’da miraçtan İsra ve Necm surelerinde söz edilir.

Bununla birlikte surenin baştan itibaren ele alınması ifadelerin Muhammed’in göğe yükselmesi ile bağlantılı anlatımlar olarak algılanmasını güçleştirmektedir.[kaynak belirtilmeli]

Mescid-i Aksa[]

Kudüs’te, tapınaklar tepesinde Kubbetü’s-Sahra’nın hemen güneyinde yer alan ve İslam’ın en kutsal yerlerinden biri olduğuna inanılan camidir.

Tarihçe Süleyman tapınağı, (Müslümanların deyimi ile Beytü’l-Makdis) Kral Davut’un oğlu Süleyman’ın hükümdarlığı sırasında MÖ 957’de tamamlanmış, II. Nabukadnezar ise krallık ile birlikte yapıyı MÖ 586’da tümüyle yıktırmış, Yahudileri esir ederek Babil’e götürmüştür.

II. Kyros, MÖ 538’de Yahudilerin Kudüs’e dönmelerine ve tapınağı yeniden inşa etmelerine izin vermiştir. Gösterişsiz bir yapı olan İkinci Tapınak da İS 70’te Romalılar tarafından yıkılmış, geriye yalnızca batı yanında bugün “Ağlama Duvarı” diye anılan bölüm kalmıştır. Bugün El-Aksa Camii olarak bilinen yapının Bizans imparatoru I. Justinianos tarafından Süleyman tapınağı kalıntıları üzerine yaptırılan bir bazilika olduğu kabul edilir. Halife Ömer 638’de Kudüs’ü aldıktan sonra yapıyı değişiklik yaptırmadan camiye çevirtmiş, Emevi halifesi I. Velid de (705-715) büyük bir onarımla baştan aşağı yeniletmiştir.[9] Yapıya Mescid-i Aksa ismi Abdülmelik bin Mervan tarafından Abbasilere karşı politik amaçlarla verilmiştir.[10] Mescid-i Aksa ile karıştırılan bir yapı olan Kubbetü’s-Sahra ise Kutsal Kaya’yı içine alacak şekilde Abdülmelik b. Mervan tarafından 687-691 yılları arasında yapıldı.[11]

Miraç rivayetlerinde yer alan Mescid-i Aksa’nın neresi olduğu konusunda tartışmalar bulunmaktadır. Bazı araştırmacılar Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın kastedilen mescit olmadığı görüşündedirler.[11][12]

Muhammed Hamidullah, Mescid-i Aksa’nın gökyüzünde manevi bir mescit olduğunu ileri sürmüştür.[12]

İslam öncesi ve erken İslam tarihinde hac, kıble ve Kâbe’nin yerinin neresi olduğu konusu 1970’li yıllardan bu yana tartışılmaktadır. Arkeolojik araştırmalarda Mekke’nin, rivayetlerin aksine yeni bir şehir olarak ortaya çıkışı, bilinen tarih kaynaklarında ve haritalarda adının 8. yüzyıl öncesinde geçmemesi,[13] ticaret yolları üzerinde olmaması yanında tarım açısından arazinin uygunsuz oluşu,[14] erken dönem İslam tarihi hakkında ipuçları veren Kur’an ve hadis rivayetlerinde tanımlanan bazı yer isimleri ve özellikleri ile Mekke’nin coğrafi yapısının uyuşmaması; araştırmacıları, İslam’ın kökleri konusunda farklı arayışlara yöneltmiştir.

Muaviye’nin ölümü sonrasında çıkan iç karışıklıklarda Kâbe, Yezid’in askerlerince mancınıklar kullanılarak taşa tutulmuş, isabet alan kara taş üç parçaya bölünmüş, Kâbe yıkılmıştır.[15] Kanadalı Arkeolog ve İslam Tarihi Araştırmacısı Dan Gibson’a göre sözü edilen yıkım bugünkü Mekke şehrinde değil, bundan yaklaşık 1200 kilometre kuzeyde, Petra’da gerçekleşmişti. Araştırmalarında ulaştığı en eski camilerin kıble duvarlarının Petra’yı göstermeleri nedeniyle, bu bulgularla ayet, hadis ve siyer kaynaklarındaki diğer ipuçlarını bir araya getiren Gibson Muhammed’in Petra’da yaşamış ve buradan Medine’ye göç etmiş olduğu sonucuna ulaşmıştır. Ona göre Kur’an’da bahsedilen “bekke” veya “mekke” sözcükleri de Petra’yı ifade ediyordu. Müslümanların ilk kıblesi de Kudüs’teki Mescid-i Aksa değil, Petra’da Al-Lat tapınağı olarak kullanılan kübik yapı olmalıydı. Gibson Petra’da haccın nasıl başladığını ve icra şeklini anlattığı bir video yayınladı.

Bu yapı Müslümanların iç savaşlarından birisi olan Abdullah bin Zübeyr İsyanı sırasında mancınıklarla yıkılmış, İbni Zübeyr karataşı diğer kutsal eşyalarla birlikte alarak Emevi saldırılarından uzakta, bugünkü Mekke’nin bulunduğu yere taşımış, yeni tapınağı burada inşa etmişti. Emevilere karşı Abbasilerin desteğini kazanan yeni mekan birkaç yüzyıllık bir geçiş dönemi sonunda tamamen benimsenmiş, yeni yapılan camilerin yönü Mekke’ye dönük olarak inşa edilmeye başlanmış, Mekke Müslümanların yeni hac merkezi olmuştur.[16][17]

Dan Gibson bu araştırmaları ile İslam’ın erken dönemine ait miraç rivayetlerinde yer verilen “El-Aksa” mescidinin lokasyonlarını da vermiştir. Gibson’a göre mescit, Petra antik kentine yürüyüş mesafesinde (8 km), Cirane mevkiinde bulunmaktaydı.

Klasik kaynaklar yerin ismini Mekke’ye 25 km mesafede bulunan Cirane olarak vermektedir. Ancak gidiş-dönüş hesabıyla burasının bir gecelik yürüyüş için oldukça uzak bir mesafe olduğu ortaya çıkmaktadır.[18]

Sidretül münteha[]

Sidretül münteha 7. kat gökte olduğuna inanılan, mitolojik anlatımlarla süslenmiş bir ağaçtır. “Sidretül münteha” Arapça bir izafet terkibi olup “son sedir” veya “tenhadaki sedir” anlamına gelir.

Miraçta Muhammed’in eriştiği son durak Sidret’ül münteha (Necm Suresi:14-16) olarak geçer. İnanca göre bundan sonraki âleme geçebilmek yeryüzündeki varlıklar için mümkün değildir.[20]

Sedirin nasıl bir ağaç olduğu konusunda, dini terimlere gizemli anlamlar yükleme eğilimindeki kesimlerce, abartılı rivayetlerle desteklenen anlatımlar yapılmıştır. Mütercim Âsım, Kamus adlı eserinde sidreyi meyveli bir ağaç olarak “Sidre, Arabistan kirazı denen bir ağaca verilen isimdir. Trabzon hurması bu ağacın cinsindendir, gölgesi gayet koyu ve latiftir.” şeklinde tanımlar.

Bazı araştırmacılara göre Sidre’nin meyveli bir ağaç olarak tarif edilmesi kelimenin kullanım şekli ve Kur’ani kullanım ile uyumsuz bir yaklaşımdır. Bu sebeple Sidre en yaygın ve bilinen çamgillerden sedir ağacı olarak tercüme edilmelidir.[19]

Tasavvufi yaklaşım: Arş, Kürsi, Levh-i mahfuz gibi Sidretül münteha da anlamları bilinmekle beraber İslam’da Tanrı’nın münezzeh (dinlerde sıklıkla rastlanan antropomorfizm gibi yaratılanlara benzememe, aşkınlık) sıfatıyla bağdaştırılmak amacıyla mahiyetinin bilinmediği ifade edilen nesnelerdir. Arapçada Arş koltuk, kürsi sandalye, levh-i mahfuz ise korunmuş levha anlamlarına gelir. Dini terminolojide Levhi-mahfuz üzerine kaza ve kaderin yazıldığı mahiyeti bilinmeyen korunmuş bir levhadır. Tanrı’nın eşyaları olarak nitelendirilebilecek olan bu nesnelerin tasavvuf ehline göre bir vücudu, şekil ve renkleri yoktur.

Sünni gelenekte yeri[]

Miracın Hicret’ten bir yıl ya da 16 ay önce recep ayının 27. gecesinde gerçekleştiğine inanılır. Rivayete göre Muhammed gece vakti Kâbe’den alınıp Burak adı verilen binek üstünde Mescid-i Aksa’ya götürülmüş, Burak’ı Beytü’l-Makdis’in (Süleyman Tapınağı) kalıntılarının güneybatı duvarına bağlamıştır. Muhammed sırasıyla eski Aksa denen bugünkü el-Aksa Camisi’nin altındaki yerden Mescid-i Aksa alanına girmiş, oradan Kubbet-üs-sahra’nın bulunduğu alana geçmiş ve orada İsa, Musa, Zekeriya peygamberlerle buluşmuştur. Günümüzde Nebi Minberi’nin bulunduğu alanda bütün peygamberlere namaz kıldırmış, oradan da Miraç Minberi’nin bulunduğu alandan göğe yükselmiştir.

Hadislere göre Muhammed bu yükselmede gök katlarınıCebrail ile birlikte aşarken sırayla Âdem, Yusuf, Yahya ve İsa, İdris, Harun, Musa ve İbrahim peygamberleri görmüş, yedinci kat gökten sonra Sidret’ül Münteha’ya çıkmıştır. Cebrail’in Sidret’ül Münteha’dan ileriye geçememesi üzerine yolculuğunu tek olarak sürdürmüş, zaman, mekân ve cihetin olmadığı ifade edilen katta Allah ile aracısız görüşmüştür.[21][22]

Anlatılana göre Muhammed Mekke’ye döndüğünde yaşadıklarının gerçek olup olmadığından kuşku duyanların soru yağmuruna tutulmuştur. Ama sorulara doğru cevap vermiştir.

İslam’ın ilk zamanlarında dinin oruç, zekât, şehitlik ve hac gibi belli kuralları, prensipleri tam olarak belirlenmemişti. Gece namazları rağbet görmekle birlikte, ibadet kuralları da açık ve seçik olarak belirlenmemişti. Rivayete göre İsra ve Miraç bu konudaki belirlenmeleri sağlamış olaylardır. Buna göre miraçta;

Kutlamalar[]

Miracın gerçekleştiğine inanılan gece “miraç kandili” olarak kutlanır. Bu gece ile ilgili dini konuşmalar ve kutlamalar yapılır, dua ve tesbihat yapılır ve Yasin okunur. İnanca göre Muhammed Miraç’ta kendisine sunulan şarap, bal ve süt dolu üç bardaktan süt bardağını tercih ederek sütü içmiştir. Bu sebeple Anadolu’da çoğu yerde bu gecede süt içme ve dağıtma geleneği olduğu ifade edilmektedir. Bazı yerlerde tatlı da yapılır ve dağıtılır. Konya’da bu geceye “süt gecesi” de denilmektedir.[4]

Alevi kültüründe[]

Alevi inancında Muhammed’in bedenen miraca çıktığı kabul edilir ve Alevilere özgü menkıbevi bir anlatımla dile getirilir. Bu anlatımda Kırklar Meclisi de önemli bir yer tutmaktadır;

Peygamber miraca giderken yolda bir aslan görür, çıkarıp yüzüğünü ona verir ve yoluna devam ederek Sidretü’l-Müntehâ’ya erişir. Muhammed’e bal, süt ve elma verilir. Tanrı’yla doksan bin kelam söyleşir. Konuşmada kendisine hitap eden sesin Ali olduğunu fark eder. (“Sırr-ı Ali”) Şerhu Hutbeti’l-Beyân’da şöyle açıklanır:

“Abdullah b. Ömer eyidir: Ben işittim Rasul Hazretine sual eylediler ki, Ya Rasulallah mirac gecesi Hak Teâlâ sana ne dilce hitâb etdi? Rasul Hazreti: Bana Ali b. Ebî Tâlib lügatıyla hitab kıldı ve gönlüme bunu ilham eyledi kim, eyitdim: Ya Rabbi, bana hitab iden sen misin yohsa Ali midir? Rabbim bana eyitdi: “Ya Ahmed ben Adem oğlu olunmazam. Ve şüpheli nesnelerle sıfatlanmazam. Seni benim nurumdan yaratdım. Ve Ali’yi senin nurundan yaratdım ve anı senin gönlün sarayına muttalî kıldım ve senin gönlüne Ali’den sevgilü kimse bulmadım, dahi sana anın diliyle hitab eyledim”[23]

Tartışmalar, görüş ve eleştiriler[]

Kimilerine göre bu yükselme fiziksel, kimilerine göre manevi, kimilerine göre hem maddi hem manevi, kimilerine göre de ne tam anlamıyla maddi ne de tam anlamıyla manevidir. Muhammed’in eşi Aişe, Miraç sırasında Muhammed’in vücudunun yerinden kaybolmadığını bildirmiştir. “Bedeninin yokluğu hissedilmemiş” olduğu ifadesine karşın, Schimmel gibi bazı yorumcular ve din bilginleri ayetteki “kuluyla birlikte” ifadesini ve Burak adlı bineğin kullanılmasını gerekçe göstererek söz konusu yolculuğun ruhsal bir deneyim olduğu tezine karşı çıkmıştır.[22]

Neşet Çağatay’a göre; miraçla ilgili olarak Ayşe’nin ifadesi şöyledir: Muhammed, doğrudan doğruya Rabb’ini değil, Cebrail’i temaşa etmiştir. Ayşe bunun için Kuran’da Allah’ı görmenin mümkün olmadığını ifade eden ayeti kanıt göstermiştir.

Göğe çıkarak Allah’a ulaşmanın Allah’a mekân ve yön izafe edilmesi anlamına geldiğini ifade eden İlahiyatçı yazar İhsan Eliaçık miracı anlatılan biçimiyle reddeder ve bunun bir vizyon olduğunu belirtir.[24]

Süleyman Ateş, Buhari’de kaydedilen bir hadise göre miracın peygamberlikten önce Muhammed’in Kâbe’nin yanında uyurken gördüğü bir rüyadan ibaret olduğu kaydıyla geleneksel anlamdaki miraç anlayışına karşı eleştirilerini sıralar.[25]

Alevi İslam inancında Mescid-i Aksa’nın inşa tarihine ve gök katları bilgisinin mitolojik kökenlerine dikkat çekilerek miraç ve bağlantılı olarak namaz gibi konulara sembolik anlamlar verilir.[26]

Diğer dinlerin hikayeleri[]

Zerdüştlük inancında da Zerdüşt’ün göklere yükseldiği, cennet ve cehennemi gördüğü, meleklerle ve Tanrı ile görüştüğüne inanılır.[27] Miraçname kültürü ile zerdüşt edebiyatı arasında çok sayıda paralellikler bulunuyor.[28][29]

Prof. Dr. Mikail Bayram ve ilahiyatçı yazar Cemil Kılıç miraç rivayetlerinin kaynağı olarak Zerdüştlerin kitabı Ardavirafnameyi işaret etmektedirler. Bu yazarlara göre İslam’a hadisler yoluyla geçirilen ve yeni uyarlamalarla farklı inanç ve mitolojilerin kaynağı haline getirilen miraç rivayetleri İslam’ın kendi inanç esaslarına da aykırılıklar ve çelişkiler içeren bir efsaneden ibarettir.[30] Ancak Ardavirafname adlı bu kaynağın eldeki şeklinin MS. 9. veya 10. yüzyıldan kalma olabileceği ifade edilmektedir.[31]

Göğe yükselen insan anlatıları, erken dönem Yahudi ve Hristiyan literatüründe de bulunur.[32] Örneğin, Hanok kitabı, bir melek tarafından Nuh’un büyük büyükbabası olan ata Hanok’a verilen bir cennet turunu anlatır.[33]İbrahim’in Ahit’inde, İbrahim’e cennette doğruların ve doğru olmayanların yargısı gösterilir.

Ayet ve Hadislerle Miraç Gecesi Yaşananlar

Ayet ve Hadislerle Miraç Gecesi Yaşananlar

İsra ve Miraç hadisesi, hicretten 18 ay evvel vukû bulmuştur. Ayet ve hadis-i şerifler ışığında Miraç gecesi yaşananlar ve Miraç’ta medyana gelen bütün hadiseler…

Mîrâc, göğe çıkma, yükselme, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in göğe çıkarak Allâh Teâlâ ile görüşmesi anlamına gelmektedir.

MİRAÇ GECESİNİ ANLATAN İSRÂ SÛRESİ

İsrâ ve Mîrâç olarak ifâde edilen bu ilâhî ikram, bütün beşerî perdeler kaldırılarak idrâklerin ötesinde ve tamâmen ilâhî ölçülerle gerçekleşen bir lutuftur. Meselâ, beşerî mânâda mekân ve zaman mefhûmu ortadan kalkmış, milyarlarca insan ömrüne sığmayacak kadar uzun bir yolculuk ve sayısız müşâhedeler, bir sâniyeden daha az bir zaman içerisinde vukû bulmuştur.

Hak Teâlâ buyurur:

“Kulunu (Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bâzı âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hakkıyla görendir.” (el-İsrâ, 1)

Âyet-i kerîme, ifâde ettiği mühim ve şaşılacak işlerin ehemmiyetine dikkat çekmek üzere tenzîh ile başlamıştır. Müfessirlerin beyânına göre سُبْحَانَ, Cenâb-ı Hakk’ın, noksan sıfatlardan tam bir şekilde münezzeh olduğunu ifâde eder. Ayrıca Hakk’ın hârikulâde sanatı karşısında hayret ifâdesi olarak da kullanılmaktadır. Aynı zamanda mühim tesbîhâttandır.

Kısaca bu kelime;

  1. Akıllara hayret veren İsrâ hâdisesini yüceltme ve doğrulama; kalplerin temizlenmesine zemin hazırlamadır. İnsanları teşbîh ve tecsîm (Cenâb-ı Hakk’ı mahlûkâta benzetme ve cisim şeklinde düşünme) kuruntularından da korur.

  2. Mîrâç’ı mümkün görmeyenlere karşı, Cenâb-ı Hakk’ın acziyet ve benzeri her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğu hakîkatini ifâde eder.

Âyet-i kerîmenin devâmında, geceye dikkat çekilmektedir. Çünkü İsrâ, bir gece yolculuğudur. Vahiy büyük bir ekseriyetle gece gelmiştir. Müsbet-menfî büyük oluşlar ve zirve hâdiseler de umûniyetle gece tezâhür etmiştir. Nitekim nâfile ibâdetler içinde seher vakti edâ edilen teheccüd, zirve bir ibâdettir.

Mescid-i Aksâ ve etrâfının mübârek olması ise şöyle îzâh edilmiştir:

  1. Dîn ve dünyâ bereketiyle bereketlendirilmiştir. Etrâfında yeşillikler ve ırmaklar vardır.
  2. Pek çok peygamber orada yaşamış ve bu sebeple de vahyin iniş mekânı olmuştur.

  3. İsrâ hâdisesi sebebiyle de ayrıca bereketli kılınmıştır.

Bu yolculukta Cenâb-ı Hak, kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e acâyip ve hârikulâde hâdiseler göstermiştir.

PEYGAMBERİMİZİN BÜTÜN PEYGAMBERLERE NAMAZ KILDIRMASI

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o gece Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere imâm olup namaz kıldırdı. (İbn-i Sa’d, I, 214)

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, İsrâ gecesi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, birinde şarap diğerinde süt bulunan iki kâse getirildi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir baktıktan sonra süt kâsesini tercîh etti. Bunun üzerine Cebrâîl:

“−Seni, insanın yaratılış gâyesine uygun olana yönlendiren Allâh’a hamd olsun. Şâyet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi. (Müslim, Îman, 272; Eşribe, 92) [1]

İsrâ ve Mîrâc hâdisesi ile, İslâm’ın bir fıtrat dîni olduğu te’kîd edilmiş; içi bozuk ve kalbi hasta kimselere semâvât kapılarının açılmayacağı beyân olunmuştur.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böylece bütün ümmetini temsil ediyor ve onların feyz menbaı oluyordu. Burada süt, fıtratı; şarap ise dünyâya rağbeti temsîl etmekteydi.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“O, arzusuna göre konuşmamaktadır.” (en-Necm, 3) buyurarak Varlık Nûru Efendimiz’in hevâsından konuşmadığını ve kendiliğinden bir şey yapmadığını bildirmiştir.

Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hak’tır ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de O’na tam mânâsıyla teslîm olmuştur. Burada Allâh Teâlâ, sütü tercîh ettirerek Habîbi’ni en fazîletli olana yönlendirmiştir. Aynı zamanda bu hadîs-i şerîf bizlere, ümmet-i Muhammed’in bir rüchâniyetini de göstermektedir.

İsrâ hâdisesiyle Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülen Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a, buradan semâvâta urûc etme, yâni Mîrâc şerefi bahşolundu. Gerçekten, Mescid-i Aksâ’ya varan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buradan Hazret-i Cebrâîl’in rehberliğinde “Sidretü’l-Müntehâ”ya kadar çıktı.

PEYGAMBERİMİZİN ANLATIMI İLE İSRA VE MİRAÇ HADİSESİ

Kâinâtın Efendisi Sertâc-ı Enbiyâ -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz bu hâdiseyi şöyle anlatırlar:

“−Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim… Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.

«−Gelen kim?» denildi.

«−Cibrîl!» dedi.

«−Berâberindeki kim?» denildi.

«−Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.

«−Ona Mîrâc dâveti gönderildi mi?» denildi.

«−Evet!» dedi.

«−Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı.

Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.

«−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi.

Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:

«−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!” dedi.

Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimesselâm- ile karşılaştım. Onlar teyzeoğullarıydı.

Sonra Cebrâîl beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hazret-i İdrîs -aleyhisselâm- ile, beşinci kat semâda Hârûn -aleyhisselâm- ile, altıncı kat semâda ise Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

«−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Ben onu geçince, ağladı. O’na:

«–Niye ağlıyorsun?» denildi.

«−Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi.

Sonra Cebrâîl beni yedinci semâya çıkardı ve İbrâhîm -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«−Bu, baban İbrâhîm’dir; ona selâm ver!» dedi.

Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:

«−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Daha sonra bana:

«−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.» dedi.

Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.

Cebrâîl -aleyhisselâm- bana:

«−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!» dedi.”

Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.

«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!» dedi…”[2]

(Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)

Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu.

O da cevâben:

“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)

PEYGAMERİMİZİN ALLAH İLE GÖRÜŞMESİ

Artık bundan sonraki yolculuğa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnız devâm etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lutfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref oldu.

Bu yolculuktaki hârikulâdeliklerin lâyıkıyla ifâdeye dökülmesi, hayâl ötesi bir hakîkati, beşer idrâkinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakîkati ve asıl mâhiyeti Allâh ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamâmen “âlem-i gayb” şartları dâhilinde tahakkuk etmiştir.

Bununla birlikte, Allâh ile O’nun yüce Peygamberi arasındaki bu muhteşem esrâr tecellîsi, vahye muhâtab olanlara Rabbin sonsuz kudret, azamet ve saltanatını sergilemektedir.

Ayrıca Mîrâc hâdisesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in son olarak Tâif’te mâruz kaldığı zulümler netîcesinde kalbini dolduran hüznü, sürûra tebdîl etmek maksad-ı ilâhîsine de mâtuftur.

Aslında zaman ve mekân kaydı dışında gerçekleşen bu ilâhî tecellînin, insan müfekkiresi için tamâmının kavranması imkânsızdır. Böyle beşer idrâkini aşan hassas ve müstesnâ mevzûlarda muhayyileyi zorlamak menedilmiştir.

Hâsılı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün peygamberler hakkında vâkî olan ilâhî lutufları aşan müstesnâ bir ikrâm-ı ilâhî ile Mîrâc’da Zât-ı Ulûhiyyet’e mahsus zamansız ve mekânsız bir âlemde:

(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)diye bilinen bir tecellîye muhâtab olmuştur.

PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN MERTEBESİ

Bu tecellînin bir zerresini müşâhede etmekle, ülü’l-azm peygamberlerden olmasına rağmen Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın düşüp bayıldığı hatırlanırsa, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın Allâh katındaki ulvî mevkii ve kendisine lutfedilmiş husûsî salâhiyet ve iktidârın derecesi az-çok kavranmış olur.

Diğer taraftan Mûsâ -aleyhisselâm-’a, mukaddes mekânda nâlinlerini (ayakkabılarını) çıkarması emredilmiş ve ayaklarının, oranın bereketinden istifâde edip, şerefiyle şerefyâb olması istenmişti. Fakat Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Mîrâc Gecesi bir bakıma:

“Ey Habîbim! Sen Arş yaygısı üzerinde pabuçlarınla yürü ki, Arş, Sen’in pabuçlarının tozu ile şereflensin ve Arş’ın nûru, Sana kavuşma nîmetine nâil olsun!..” denilmiş olmaktaydı. (Bursevî, V, 370)

İki Cihan Serveri’nin Mîrâc’a çıkışı ile semâvâtın yaşadığı şevk ve heyecânı şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu ne güzel ifâde eder:

Şeb-i Mîrâc’da sîmâsını seyretti diye,

Kapanır yerlere gök, secde-i şükrân olarak!

MİRAÇ İLE İLGİLİ DİĞER AYETLER

Allâh Teâlâ, Mîrâç’ı, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyan buyurur: “İnmekte olan yıldıza [1] and olsun.” (en-Necm, 1)

Sûre’nin bu şekilde bir kasemle başlaması, ihtivâ ettiği hakîkate karşı münkirler tarafından yapılabilecek îtirazlar sebebiyle Mîrâc’ın hakkâniyetini vurgulamak içindir. Nitekim bu husus, kasemin ardından gelen âyet-i kerîmelerle de şöyle te’yîd edilmektedir:

“Sâhibiniz (Muhammed Mustafâ) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzûsuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrâîl, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu).” (en-Necm, 2-7)

Âyette geçen “istivâ” ifâdesi, kaplama, kuşatma ve doğrulma mânâlarına gelir. Müfessirlerin ekserisi, istivâ kelimesinin fâilinin Cebrâîl -aleyhisselâm- olduğunu beyân etmekle birlikte, tercîhen onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e izâfe ederler. Bu durumda istivâ, Allâh Rasûlü’nün kadr ü kıymetinin, rütbe ve makâmının yüksekliğini ifâde etmektedir. Yâni Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, önce en yüksek ufukta doğruldu:

“Sonra yaklaştı ve tedellî etti.” (en-Necm, 8) Yâni, Varlık Nûru, ilâhî cezbenin eseri olarak yukarıya çekildi. Bulunduğu yer ve makamdan daha yukarı çıkarıldı.

Böylece Cenâb-ı Peygamber, Mîrâc’da en yüksek ufukta yalnız istivâ ile kalmayıp Allâh’a doğru yaklaştı. Ardından ilâhî cezbenin tesiri arttı, arttı, arttı ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir anda en yüksek ufkun ötelerine geçiverdi:

(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)

Âyet-i kerîmedeki: قَابَ قَوْسَیْنِ اَوْ اَدْنَی “İki yay arası veya daha az mesâfe” ifâdesi, beşeriyet üstü bir gerçeğin beşer idrâkine sığdırılabilmesi için kullanılmış bir teşbîh ifâdesidir. Şöyle ki:

İslâm’dan evvel Araplar, bir ittifak kurmak üzere antlaşacakları zaman iki yay çıkarır, birini diğerinin üzerine koyarak ikisinin “kāb”ını (yayın, kabza ile kiriş kısmı olan iki köşe aralığını) birleştirirler, sonra da ikisini berâber çekip onlarla bir ok atarlardı. Bu, onlardan birinin râzı olacağı şeye diğerlerinin de râzı olacağını, birisini gazaplandıran şeyin diğerlerini de gazaplandıracağını ifâde eden bir berâberlik ve bütünlük antlaşmasıydı.

Buna göre “kābe kavseyn”, hem maddî hem de mânevî yakınlığı ihtivâ eden ve beşer idrâkini aşan ulvî bir hakîkattir. Yâni Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu noktada Rabbine o kadar yaklaştı ki, bütün vâsıtalar kaldırıldı ve doğrudan doğruya:

“Allâh o anda kuluna vahyini bildirdi.” (en-Necm, 10)

MİRAÇ’TA İKRAM EDİLEN 3 ŞEY

Bu vahyin mâhiyetinin ne olduğu, şu şekilde açıklanmıştır:

1. Namaz: Mîrâc’daki en mühim hususlardan biri, beş vakit namazın farz kılınmasıdır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın tavsiyeleriyle Cenâb-ı Hakk’a mürâcaat etmiş ve başlangıçta elli vakit olarak farz kılınan namaz, beş vakte indirilmiştir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, bire on vererek, beş vakti kılana elli vaktin ecrini ihsân edeceğini bildirmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:

“Her kim bir hayır işlemek ister de onu yapamazsa, o kimseye (bu iyi niyetinden dolayı) bir sevap yazılır, yaptığı takdirde ise on sevap yazılır.

Her kim de, bir kötülük yapmak ister, ancak onu yapmazsa, kendisine günah yazılmaz. Şâyet o kötülüğü yaparsa, bir günah yazılır!” (Müslim, Îman, 259)

Bu husustaki uzun hadîs-i şerîfte beyân olunduğu üzere Allâh Teâlâ, başlangıçta elli vakit olarak emredilmiş olan namazı, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in müteaddid mürâcaatı ile beş vakte indirmiştir. Bunun mânâsı, insanlar üzerindeki hukûkullâh îcâbı olarak namazın elli vakit kılınmasının müstehak olduğu, ancak Cenâb-ı Hakk’ın lutf u keremi ile bu mükellefiyetin bire on nisbetinde azaltıldığıdır. Esâsen Cenâb-ı Hakk’ın:

“Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) beyânı, beşer için aslî faâliyetin ibâdet olduğu, ancak merhamet-i ilâhiyye îcâbı en zayıf fert dahî dikkate alınarak bu hususta tenzîlât yapıldığı mânâsına geldiği gibi, mecbûrî olmamakla birlikte beş vakitten fazlasına cevaz verildiğini ve bunun gerekliliğini de ifâde eder.

Kâmil mü’minler, farz olan bu beş vakte ilâveten, kuşluk, işrâk, evvâbin gibi nâfile namazlar kılarlar ve bilhassa gece teheccüde kalkarlar. Bütün bunlar bu vâkıanın tabiî bir neticesidir. Ancak bu gibi ibâdetlerin, insanların tâkat getirebilen ve o zevke ulaşabilen kısmına âit olması için, namaz emri elli vakitten başlatılıp bilâhare Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mürâcaatı ile beş vakte indirilmiştir.

2. Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben:

“Peygamberlerden hiçbiri Sen’den evvel, ümmetlerden hiçbiri de Sen’in ümmetinden evvel cennete girmeyecektir!” diye buyrulmuştur. (Râzî, XXVIII, 248)

3. Bakara sûresinin son iki âyet-i kerîmesi vahyedilmiştir.

Müslim’de rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur:

“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e (Mîrâc’da) üç şey verildi: Beş vakit namaz, Bakara Sûresi’nin sonu ve ümmetinden şirke düşmeyenlere büyük günahlarının affedildiği haberi…” (Müslim, Îman, 279)

Bununla birlikte Mîrâc’daki vahyin tafsîlât ve keyfiyetini ancak Allâh ve Peygamberi bilir.

Burada âşikâr olan, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mîrâc’daki tecellîleri bir hayâl olarak değil, kalp ve vicdânının da tasdîk ettiği bir hakîkat olarak müşâhede etmiş olduğu keyfiyetidir. Yâni:

(Muhammed Mustafâ’nın) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkârcılar!) O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?” (en-Necm, 11-12)

SİDRETÜ’L-MÜNTEHA’DA NELER GÖRDÜ?

Allâh Rasûlü, Mîrâc Gecesi Rabbine mülâkî olup sayısız tecellîler ve ibretli hâdiseler müşâhede ettikten sonra, hiçbir kulun ulaşamayacağı o husûsî makamdan geri dönerken, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı bıraktığı yerde (Sidretü’l-Müntehâ’da) bir defâ daha aslî sûretinde gördü.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“And olsun ki (Muhammed Mustafâ), onu (Cebrâîl’i) Sidretü’l-Müntehâ’da bir defâ daha gördü.” (en-Necm, 13-14)

Âyette Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makam cihetiyle Cebrâîl -aleyhisselâm-’dan daha ileride olduğuna işâret edilmiştir. Nitekim Cebrâîl -aleyhisselâm-, Mîrâc Gecesi’nde kendisinin: “Bir parmak ucu daha yaklaşsaydım, muhakkak yanardım!” dediği makamda kalmış ve Peygamber Efendimiz daha ileriye gitmiştir. Bu hakîkat, Allâh Rasûlü’nün dönüşte tekrar Cebrâîl’e rastlaması ile daha bâriz bir şekilde anlaşılmaktadır.

“Orada Me’vâ cenneti vardır. O Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.” (en-Necm, 15-16)

Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz’e soruldu:

“–Yâ Rasûlallâh! Sidre’yi kaplayan ne gördün?”

Buyurdular ki:

“–Altundan pervânelerin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allâh’ı tesbîh ettiğini gördüm.” (Taberî, XXVII, 75; Müslim, Îman, 279)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyetlerine göre:

Allâh Teâlâ, Mûsâ’yı kelâm, İbrâhîm’i dostluk ve Muhammed Mustafâ’yı da ru’yetullâh (Cenâb-ı Hakk’ı keyfiyeti bizler tarafından bilinemeyecek bir sûrette müşâhade etme) şerefiyle taltîf etmiştir. (Taberî, XXVII, 64)

PEYGAMBER EFENDİMİZ ALLAH’IN CEMALİNİ GÖRDÜ MÜ?

Gözün Mahbûb’un huzûrunda O’ndan (sevgiliden) başka bir yere kaymaması, edebin en üst noktasıdır. Hakîkaten:

(Muhammed Mustafâ’nın) gözü, oradan ne kaydı, ne de sınırı aştı. And olsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını (da) gördü.” (en-Necm, 17-18)

Bu âyetlerden de anlaşıldığı vechile Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cebrâîl -aleyhisselâm- dâhil hiçbir mahlûkun hudûdunu aşamadığı “Sidre-i Müntehâ”nın ötesine geçirildi. Âyette, beşer idrâkine “birleştirilmiş iki yay arası veya daha az” mesâfe olarak bildirilen keyfiyetiyle kullarca kavranması muhâl ve mahrem olan bir vuslat vukû buldu.

Bu vuslatta Peygamberler Sultânı, kelâmın ifâde hudûduna sığmayacak derecede ulvî ve büyük hakîkatler, yâni Rabbin rubûbiyet âyetlerinden, mülk ve saltanatının ihtişâmından, ancak müşâhede ile ulaşılabilecek büyük âyetler gördü.

Burada müfessirlerin beyânı, “Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kalp gözü ile Allâh’ı gördü.” şeklindedir. (Taberî, XXVII, 63)

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’tan gelen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben, yüce Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed, I, 285; Heysemî, I, 78)

Bir başka rivâyette Peygamber Efendimiz “Rabbini gördün mü?” sorusuna cevâben:

“Bir nûr gördüm!” buyurmuşlardır. (Müslim, Îman, 292)

En doğrusunu Allâh bilir… [4]

PEYGAMER EFENDİMİZ’İN CEHENNEM EHLİNİ GÖRMESİ

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, İsrâ ve Mîrâc’la alâkalı birçok haber nakledilmiştir. Onlardan birkaçı şöyledir:

Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’da bir topluluğa uğradılar ve gördüler ki, onların dudakları deve dudağı gibidir. Birtakım vazîfeli memurlar da onların dudaklarını kesip ağızlarına taş koyuyor.

“–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Bunlar, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir!” dedi. (Taberî, XV, 18-19)

Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka bir topluluğa rastladı. Onlar da bakırdan tırnaklarla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı:

“–Ey Cebrâîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Bunlar, (gıybet etmek sûretiyle) insanların etlerini yiyenler ve onların şeref ve nâmuslarıyla oynayanlardır.” cevâbını verdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878)

Daha sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz orada; zinâkârları, leş yiyen bedbahtlar olarak; fâiz yiyenleri, karınları iyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zinâ edip çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş aşağı asılı hüsrâna dûçâr olmuş bir hâlde gördü. [5]

Bu sebeple Varlık Nûru Efendimiz:

“Eğer benim bildiğimi sizler de bilmiş olsaydınız, muhakkak ki, pek az güler ve çok ağlardınız!” buyurmuştur. (Buhârî, Tefsîr, 5/12)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine Mîrâc’da yaşadığı müşâhedelerle alâkalı bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Mîrâc Gecesi’nde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:

«Sadaka on misliyle, borç vermek ise on sekiz misliyle mükâfâtlandırılacaktır.»

Ben:

«−Ey Cibrîl! Borç verilen şey niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.

«−Çünkü, sâil (çoğu kere) yanında para olduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

Varlık Nûru -aleyhissalâtü vesselâm- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“(Mîrâc esnâsında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler ekseriyâ fakirler idi. Zenginler de (hesap vermek için) mahpus idiler. Bunlardan cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennemin kapısında da durdum. Oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Zühd, 93)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hadîs-i şerîfleriyle bilhassa hanımlara, azâb-ı ilâhîye dûçâr edecek davranışlardan kendilerini korumaları için husûsî bir îkazda bulunmaktadır.

PEYGAMER EFENDİMİZ’İN SAHABİYİ CENNET’TE GÖRMESİ

Mîrâc vesîlesiyle şu hakîkate de temâs etmek gerekir ki, insanlar, zaman bakımından sâdece mâzînin müşâhede ve intibâları ile dolu oldukları hâlde, peygamberler, -Cenâb-ı Hakk’ın dilediği ölçüde- hem mâzî, hem hâl, hem de istikbâl bilgileri ile donanmışlardır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mahşer ahvâlinden haber verişi ve bu haberleri “gördüm, duydum” gibi olmuş bir sûrette ifâde buyurması, işte bu gerçeğin bir tezâhürüdür.

Nitekim Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mâzî, hâl ve istikbâl boyutlarından müstağnî olduğu Mîrâc Gecesi’nde istikbâle âit birtakım ibretli vak’alar seyretmiş ve bunları mâzî sîgasıyla, yâni olmuş bir sûrette aktarmışlardır. Bununla alâkalı bir misâl de Aşere-i Mübeşşere’den olan Abdurrahmân bin Avf Hazretleri hakkındadır.

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“O gece (Mîrâc Gecesi’nde) Abdurrahmân bin Avf’ı gördüm. Cennete, oturduğu yerde emekleyerek giriyordu. Ona dedim ki:

«–Niçin bu kadar ağır geliyorsun?»

Dedi ki:

«–Yâ Resûlallâh! Malımın hesâbı dolayısıyla, çocukları bile ihtiyarlatacak kadar ağır sıkıntılar geçirdim. Öyle ki, bir daha sizi göremeyeceğimi zannettim…»” (Muhammed Pârsâ, Faslu’l-Hıtâb, s. 403)

Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-, Medîneʼye hicret etmiş ve zengin olmuştu. Bir gün kulağına bu geldi. Hemen Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanına giderek, Hazret-i Peygamber’den böyle bir hadîs-i şerîfin vârid olup olmadığını sordu. Âişe -radıyallâhu anhâ-, bu hadîsin vârid olduğunu söyleyince, sevincinden yüreği kanatlanan Abdurrahmân bin Avf Hazretleri, o sırada Şam’dan yeni gelmiş bulunan kervanını olduğu gibi derhâl Allâh yolunda infâk eyledi.

MİRAÇ’TA MAZİ, HAL VE İSTİKBAL

Gerçekten Mîracʼda Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sayılamayacak kadar çok âyetler görmüştür.

Nitekim bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

“(O gece) göğe yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki orada kalemlerin gıcırtılarını duyuyordum.” (Buhârî, Salât, 1)

Yâni Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- öyle bir makam ve seviyeye çıkarıldı ki, orada kâinâtın mukadderâtını yazan kalemlerin seslerini işitiyor, idrâk ötesi hakîkatlere muttalî oluyordu.

Yukarıdaki hadîs-i şerîflerden açıkça anlaşılmaktadır ki Allâh Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’da mâzî, hâl ve istikbâli içiçe, aynı anda yaşıyordu.

Dipnotlar:

[1] Ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr 17/3, Eşribe 1, 12; Nesâî, Eşribe 41. [2] Bir görüşe göre Nil ve Fırat nehirlerinin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından cennette müşâhede edilmesinin mânâsı şudur: İslâm’ın nûru yeryüzüne yayılacak; İslâm, Nil ve Fırat havzasındaki bereketli topraklara hâkim olacak, o bölgeler İranlıların ateşperestliğinden ve Bizans’ın teslis inancından kurtulacaktır. Bu vâdinin ahâlîsi nesiller boyu tevhîdin sancaktarlığını yaparak İslâm’a hizmet edecektir. [3] Cenâb-ı Hakk’ın kasem ettiği yıldız kelimesi ile alâkalı olarak müfessirler birtakım îzahlarda bulunmuşlardır. Bunların en mühimi olarak da “yıldız”ın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ya da Kur’ân-ı Kerîm’den kısım kısım inen âyetler olduğunu zikretmişlerdir. Bu durumda yıldıza kasemin mânâsı şöyle ifâde edilmiştir: Mîrâc’a çıkmış ve inmiş olan Muhammed Mustafâ üzerine yemin olsun! Kur’ân’ın nüzûlü esnâsında her gelen vahyin inzâl zamânına yemin olsun! [4] Mîrâc’la alâkalı âyet-i kerîmelerin îzâhında Elmalılı Hamdi Yazır Hocaefendi’nin “Hak Dîni Kur’ân Dili” adlı tefsîrinden istifâde edilmiştir. [5] Bkz. Taberî, XV, 18-19.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

İsra ve Miraç Hadisesi Nedir?

Miraç Kandili Nedir? Miraç Gecesinin Önemi ve Fazileti

Miraç Gecesi Yapılacak İbadetler

Mİ‘RAC

Sözlükte “yukarı çıkmak, yükselmek” anlamındaki urûc kökünden türemiş bir ism-i âlet olan mi‘râc kelimesi “yukarı çıkma vasıtası, merdiven” demektir. Terim olarak Hz. Peygamber’in göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade eder. Olay, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gidiş ve oradan da yükseklere çıkış şeklinde yorumlandığından kaynaklarda daha çok “isrâ ve mi‘rac” şeklinde geçerse de Türkçe’de mi‘rac kelimesiyle her ikisi de kastedilir. İslâmî kaynaklarda genellikle ele alındığı şekliyle mi‘rac hadisesi iki safhada meydana gelmiştir. Resûl-i Ekrem’in bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı yolculuğa isrâ, oradan göklere yükselmesine mi‘rac denilmiştir. Literatürdeki bu ayırım her iki terimin naslarda zikredilmesinden ileri gelmektedir. Sery (geceleyin yürüme, gece yolculuğu yapma) kökünden türeyen isrâ’ Kur’an’da mâzi sîgasıyla yer almış ve sûreye ad olmuştur. Buna göre Allah, kudretinin işaretlerini göstermek için kuluna (Hz. Peygamber) Mescid-i Harâm’dan çevresi mübarek kılınan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin bir seyahat yaptırmıştır (el-İsrâ 17/1). Mi‘rac kelimesi Kur’an’da geçmemekle birlikte çoğul şekli olan meâric “yükselme dereceleri” mânasında Allah’a nisbet edilmiştir (el-Meâric 70/3). Ayrıca “merdiven” anlamında meâric bir âyette ve urûc kökünden türemiş fiiller çeşitli âyetlerde yer almaktadır (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ʿarc” md.).

Semaya yükseliş tasavvuru eski Hint ve İran mitolojileriyle diğer dinlerde de mevcuttur. Yahudi geleneğinde İdrîs, İbrâhim, Mûsâ ve İşâyâ gibi peygamberlerle bazı tarihî şahsiyetlerin yeryüzünden ilâhî âlemlere çıktığına inanılır. Özellikle melek Yahoel tarafından semavî bir vasıtayla bulut içinde göğe yükseltilen Hz. İbrâhim’in rabbinin tahtını müşahede edişiyle ilgili tasvirlere sonraki yahudi literatüründe rastlanmaktadır. Hıristiyanlık inancına göre Hz. Îsâ çarmıha gerildikten sonra mezarından çıkıp ilâhî âleme yükselmiştir (Matta, 28/1-7; Markos, 16/19). Ayrıca Pavlus’un Kudüs’e doğru giderken melek eşliğinde göğe yolculuk yaptığı rivayet edilir (Gündüz v.dğr., s. 59-60).

Hadis kaynakları ile siyer ve delâil kitaplarında isrâ ve mi‘racla ilgili birçok rivayet mevcuttur. Buhârî ve Müslim’de yer alan rivayetlerin ortak noktalarına göre olay şu şekilde cereyan etmiştir: Bir gece Resûlullah, Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerde iken -bazı rivayetlerde uykuda bulunduğu sırada veya uyku ile uyanıklık arası bir halde- Cebrâil geldi; göğsünü açtı, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapattı. Burak adlı bineğe bindirip Beytülmakdis’e götürdü. Resûl-i Ekrem Mescid-i Aksâ’da iki rek‘at namaz kılıp dışarı çıktığında Cebrâil biri süt, diğeri şarap dolu iki kap getirdi. Resûlullah süt dolu kabı seçince Cebrâil kendisine “fıtratı seçtin” dedi, ardından onu alıp dünya semasına yükseltti. Semaların her birinde sırasıyla Âdem, Îsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn ve Mûsâ peygamberlerle görüştü; nihayet Beytülma‘mûr’un bulunduğu yedinci semada Hz. İbrâhim’le buluştu. Sidretü’l-müntehâ denilen yere vardıklarında yazıcı meleklerin kalem cızırtılarını duydu ve Allah’ın huzuruna çıktı. Burada Cenâb-ı Hak elli vakit namazı farz kıldı. Dönüşte Hz. Mûsâ, elli vakit namazın ümmetine ağır geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. Namaz beş vakte indirilinceye kadar Hz. Peygamber’in huzûr-i ilâhîye müracaatı ve Mûsâ ile diyalogu devam etti (Buhârî, “Ṣalât”, 1, “Tevḥîd”, 37, “Enbiyâʾ”, 5, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7, “Menâḳıb”, 24, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 42; Müslim, “Îmân”, 259, 262-263, “Feżâʾil”, 164; değerlendirme için aş.bk.). Bir rivayete göre Resûl-i Ekrem’e mi‘racda Bakara sûresinin son âyetleri indirilmiş ve Allah’a ortak koşmayanların affedileceği müjdesi verilmiştir (Müsned, I, 422; Müslim, “Îmân”, 279). Ancak bazı âyetlerin ayrı olarak nâzil olmasının Kur’an’ın Cebrâil tarafından indirilmesi gerçeğine aykırı düşeceği ve bu tür rivayetlerin âyetlerin faziletine hamledilmesi gerektiği belirtilmiştir (Akpınar, sy. 1 [1996], s. 95-101).

Mi‘racla ilgili rivayetlerde bazı farklılıklar mevcuttur. Meselâ sahih rivayetlerin bir kısmında doğrudan Mescid-i Harâm’dan semaya yükseliş anlatılır (Buhârî, “Ṣalât”, 1; “Tevḥîd”, 37; “Enbiyâʾ”, 5; “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7). Ancak isrâ ve mi‘racın aynı gecede gerçekleştiği kabul edilip rivayetlerin bütünü göz önüne alındığında Resûl-i Ekrem’in Mescid-i Aksâ’ya uğradığı ve burada içlerinde İbrâhim, Mûsâ ve Îsâ’nın da bulunduğu peygamberler topluluğuna namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır (Müslim, “Îmân”, 259; İbn Hişâm, II, 37-38). Diğer bazı haberlere göre de Resûlullah olayı Mekke’de haber verdiği zaman Kureyş kabilesi kendisini yalanlayıp Mescid-i Aksâ hakkında sorular sorunca Allah ona mescidi göstermiş ve böylece sorulara cevap vermiştir (Müsned, I, 309; Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣâr”, 41). Mi‘racla ilgili haberlerde mevcut ayrıntılı tasvirler arasında (meselâ bk. Beyhakī, II, 362, 398) zayıf rivayetlerin bulunduğu bildirilmektedir (İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, III, 22).

Kaynaklarda mi‘racın vukuu hakkında bazı tarihler verilmekle beraber (Nüveyrî, XVII, 283-284; Kastallânî, VI, 3-4) en sahih kabul edilen rivayet bunun müslümanların Birinci ve İkinci Habeşistan hicretlerinden sonra, Hz. Hatice ve Ebû Tâlib’in vefatlarını takip eden dönemde hicretten bir yıl önce meydana geldiği şeklindeki nakildir (İbn Kesîr, es-Sîre, II, 93, 107). Rebîülevvel veya ramazan ayından bahseden rivayetler varsa da müslümanların çoğunluğu mi‘racı Receb ayının 27. gecesinde kutlamaktadır.

Mi‘rac hadisesinde önemli yer işgal eden Mescid-i Aksâ’nın hangi mescid olduğu hususunda âyetlerde açıklama yapılmamış, sadece çevresinin mübarek kılındığı belirtilmiştir. Mescid-i Aksâ’nın “uzak mescid” anlamına geldiği halbuki Kur’an’da Filistin için “edne’l-arz” (en yakın yer) ifadesinin kullanıldığı (er-Rûm 30/3) belirtilerek Mescid-i Aksâ’nın semavî bir mescid olması ihtimali üzerinde durulmakla birlikte (Muhammed Hamîdullah, I, 93), hem tarihî veriler hem de âyetteki ifadeler dikkate alındığında söz konusu mâbedin tarihî bir gerçekliğinin bulunduğu anlaşılmaktadır. O dönemlerde mescidin mevcut olmaması daha önceleri Kudüs’te Mescid-i Aksâ’nın bulunmadığını göstermediği gibi Mescid-i Aksâ’nın müslümanların ilk kıblesi olduğu da bilinen bir husustur. Bir hadiste de belirtildiği gibi Resûlullah dönemindeki Kâbe Hz. İbrâhim’in kurduğu binadan farklıdır (Buhârî, “Ḥac”, 42; Müslim, “Ḥac”, 398-405). Öyle anlaşılıyor ki semavî dinlerde tevhid inancı açısından ibadetlerin ifası sırasında müminlerin yöneldiği mekân (kıble) bir amaç değil bir araçtır. Bu mekânın üzerindeki binanın yüzyıllar içinde yıkılıp yeniden yapılması veya zaman zaman mevcut olmaması mekânın mânevî konumunu etkilemez.

İsrâ ve mi‘racın mahiyetine yönelik en önemli tartışma onun bedenen mi yoksa ruhen mi gerçekleştiği konusundadır. Kelâm ve hadis âlimlerinin çoğu olayın bedenen ve uyanık halde gerçekleştiği görüşünü benimsemiştir. Buna göre âyette geçen “abd” kelimesinden ruh-beden bütünlüğüyle Hz. Peygamber kastedilmektedir; âyetin zâhirini te’vil etmeyi gerektiren bir sebep yoktur. Âyetin başındaki tenzih (sübhâne) ifadesi de olayın azametine işaret eder. İsrâ ve mi‘rac rüyada gerçekleşmiş olsaydı bu sıradan bir hadise olur, Kureyşliler de onu inkâr etmezdi. Ayrıca, “Sana gösterdiğimiz rüyayı … insanlar için bir imtihan vesilesi yaptık” meâlindeki âyette (el-İsrâ 17/60) yer alan “rüya” kelimesi gözle görmeyi ifade eder; eğer uyku halinde görülen rüyayı belirtseydi bu bir imtihan vesilesi sayılmazdı. Abdullah b. Abbas’ın kelimenin “gözle görme” demek olduğunu vurgulaması da (Buhârî, “Menâḳıbü’l-enṣar”, 43; “Tefsîr”, 17/9) bu yorumu destekler. İsrâ ve mi‘rac konusunda Hz. Âişe ve Muâviye b. Ebû Süfyân’dan rivayet edilen farklı yorumları da değerlendiren âlimler söz konusu rivayetlerin hadis tekniği açısından problemler taşıdığını ileri sürmüştür (Kurtubî, X, 208; Kestelî, s. 174-175; Mustafa Sabri Efendi, IV, 199). Mi‘racın ruh ve bedenle gerçekleştiğini savunanlar bu hususta bazı aklî deliller de getirmeye çalışmışlardır. Fahreddin er-Râzî, güneş ve gezegenlerin büyük kütlelerine rağmen çok hızlı hareket edebildiklerini söyleyerek Allah’ın dilemesi halinde başka bir varlığın da benzeri bir hıza ulaşmasının mümkün olduğunu ileri sürer. Ona göre Hz. Peygamber’in mi‘raca yükselişi ihtimal dışı görülürse Cebrâil’in inişine de aynı şekilde bakmak gerekir (Mefâtîḥu’l-ġayb, V, 542). İslâm filozofları, gök cisimlerinin nüfuz edilmesi imkânsız kütleler halinde oluşundan hareketle mi‘racın bedenen gerçekleşmesine itiraz etmişlerse de bu itirazları tutarsız bulan kelâmcılar bütün cisimlerin aynı özellikte ve yapıda olduğunu, bir cisim için geçerli olan durumun diğerleri için de geçerli sayılacağını söyler (Teftâzânî, s. 174-175). Mi‘racın bedenen meydana geldiğini temellendirme sırasında kelâmcılar konunun daha çok Allah’ın irade ve kudreti dahilinde oluşuna ağırlık vermiştir. Bu çerçevede yapılan yorumlar meseleyi insan aklının anlayabileceği bir seviyeye indirgemeye dayanmaktadır. Ancak mu‘cize anlamında ilâhî âyetlerden olan bu hadiseyi tamamen aklî çerçeveye sokmak kolay değildir (Elmalılı, V, 3150).

İsrânın ruhen gerçekleştiği görüşünü benimseyen âlimler Hz. Âişe’nin, “Resûlullah’ın bedeni yerinden ayrılmamış, o ruhuyla yolculuk yapmıştır” ve Muâviye’nin, “İsrâ Allah’tan gelen sadık bir rüyadan ibarettir” şeklindeki beyanları ve Hasan-ı Basrî’nin bu görüşe itiraz etmemesini delil kabul etmişlerdir (İbn İshak, s. 275; İbn Hişâm, II, 40-41). Bu âlimlere göre Buhârî ve Müslim’de yer alan, “uyku ile uyanıklık arası bir halde iken, yatağımda uzanmış yatıyorken, uyurken” şeklindeki ifadeler de bunu göstermektedir (yk.bk.). Âyette geçen “abd” kelimesi de sadece ruhu anlatır, zira insan bedeninin unsurları devamlı değiştiği halde değişmeyen ruhtur. İsrânın ruhen gerçekleşmesinin olağan üstü bir hadise sayılamayacağı iddiasına da temas eden bu görüş sahipleri mi‘racın fevkalâde bir hadise olup her ruha nasip olmadığını belirtirler (Fahreddin er-Râzî, IV, 544-545). Bunların en önemli delili ise İsrâ sûresinin 60. âyetinde geçen “rüya” kelimesidir. Âyet isrâ olayıyla ilişkilendirilerek rüyanın gözle görmeyi değil düşte görmeyi ifade ettiği sonucuna varılmıştır (Süyûtî, s. 55).

İbn Kayyim el-Cevziyye mi‘racın rüyada gerçekleşmesiyle ruhen gerçekleşmesi arasındaki farka dikkat çeker. Ona göre Hz. Âişe ve Muâviye bu olayın uykuda değil ruhen vuku bulduğunu söylemişlerdir. Uyuyan kimsenin gördükleri uyanıkken duyularıyla algıladığı şeylerin örneklerinden ibaret olur; böylece gökyüzüne çıkarıldığını görür, ancak ruhu yükseltilmez. Resûlullah’ın yükseltildiğini kabul eden iki gruptan biri ruh ve bedenle, diğeri ise bedeni olmadan ruhuyla mi‘raca çıktığını söylemiştir. İkinci grup mi‘racın uykuda gerçekleştiğini ileri sürmemiş, ruhun bizzat yolculuk yaptığını kastetmiştir (Zâdü’l-meʿâd, III, 40). Mi‘racı ruhanî olarak yorumlayan Şah Veliyyullah ed-Dihlevî ise ruh âlemiyle maddî âlem arasında bağlayıcı bir âlemin (berzah) bulunduğunu, mi‘racın da bu âlemde bir yolculuk olduğunu belirtmiştir (Ḥüccetullāhi’l-bâliġa, I, 115-116).

Çağdaş birçok müellif de isrâ ve mi‘racın ruhen gerçekleştiği kanaatindedir. Mi‘racın bedenî olduğunu ileri sürenlerin delillerini zayıf bulan Şiblî Nu‘mânî, İsrâ sûresinin ilk âyetinde yer alan “abd” kelimesinin ruha atfedilebileceğini söyler. Ona göre insan bedeni her an değişikliğe uğramaktadır, kalıcı olan ruhtur. Ayrıca mi‘rac olayında geçen Mescid-i Aksâ’nın dışındaki mekân ve hadiseler bu varlık alanına değil ruhanî âleme aittir. Dolayısıyla bu tecrübe ruhun maddî unsurlardan sıyrılarak melekût âlemine yaptığı bir yolculuktur. İsrâ sûresinin 60. âyetinde söz konusu edilen rüyanın insanlar için bir imtihan vesilesi olarak gösterilmesi de Şiblî’ye göre mi‘racın uyanık halde gerçekleşmesini zorunlu kılmaz. Zira bir şeyin imtihan konusu yapılması onun mutlaka olağan üstü sayılmasını gerektirmez (İslâm Tarihi: Asr-ı Saâdet, II, 438-444). Muhammed Hamîdullah da rivayetlerde geçen, “Uyku ile uyanıklık arası bir durumda idim” ifadesinden hareketle bu seyahatin Hz. Peygamber’in tam şuur halinde, fakat ruhunun hâkimiyeti altında gerçekleştiğini söyler (İslâm Peygamberi, I, 92).

Kaynaklarda isrâ ve mi‘racın Hz. Peygamber’in hayatında kaç defa gerçekleştiği meselesi de önemli bir yer tutmaktadır. Bunun sebebi rivayetlerde ortaya çıkan tarih, tasvir ve bilgi farklılıklarıdır. Bazılarına göre isrâ biri uyanıkken diğeri de uyku halinde olmak üzere iki defa meydana gelmiştir. Diğer bir görüş her ikisi de uyanık olduğu halde bedenle gerçekleştiği yönündedir. Bunlardan ilki Mescid-i Aksâ’ya, diğeri önce Mescid-i Aksâ’ya, oradan da semaya kadar olanıdır. Bir kısmına göre ise üç defa veya daha fazla meydana gelmiş, bunların biri ruh ve bedenle uyanıkken, diğerleri uyku halinde olmuştur. İsrânın bir defa uyanıkken bedenle, mi‘racın ise bir defa ruhen gerçekleştiği telakkisi de mevcuttur. Ancak çoğunluğun görüşü her ikisinin de aynı gecede vuku bulduğu yönündedir (İbn Ebü’l-İz, s. 85-86; İbn Hacer, VII, 238; Süyûtî, s. 54-55). İbn Kayyim el-Cevziyye, ihtilâfın farklı rivayetlerin lafızlarına takılıp kalan zayıf nakilcilerden ileri geldiğini söyledikten sonra mi‘racın birden fazla vuku bulduğu kabul edilirse her defasında elli vakit namazın farz kılınmasını açıklamanın mümkün olmadığını kaydeder (Zâdü’l-meʿâd, III, 42).

Hz. Peygamber’in mi‘racda Allah’ı görüp görmediği meselesi, onun sidretü’l-müntehâda “iki yay ucu aralığı kadar” (kābe kavseyn) Allah’a yaklaştığını ve O’nu gördüğünü bildiren âyetlere dayanır (en-Necm 53/7-14). Bu âyetlerde söz konusu edilen yaklaşmanın kimlerin arasında meydana geldiği ve Resûl-i Ekrem’in kimi gördüğü hususu iki şekilde anlaşılmaktadır. Sahâbeden Hz. Âişe, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Hüreyre; tâbiînden Mücâhid b. Cebr, Hasan-ı Basrî, Katâde b. Diâme, Rebî‘ b. Enes ve müfessirlerin çoğu yaklaşma hadisesinin Hz. Peygamber ile Cebrâil arasında gerçekleştiğini kabul eder (Taberî, XXVII, 44-45; İbnü’l-Cevzî, VIII, 66). Diğer görüş ise yaklaşmanın doğrudan Allah’la Resûl-i Ekrem arasında meydana geldiği şeklindedir. Enes b. Mâlik’ten Şerîk b. Abdullah yoluyla gelen mi‘rac rivayeti buna delil teşkil etmektedir (Buhârî, “Tevḥîd”, 37). Ancak hâfızası zayıf olduğu bilinen Şerîk’in nakledilen metni tam koruyamadığı bilinmektedir (İbn Hacer, XII, 492). Rivayetlerde sidretü’l-müntehâya sadece peygamber ve meleklerin ulaşabildiği ve orayı geçmenin yalnız Resûlullah’a mahsus olduğu kaydedilir (Süyûtî, s. 76). Ancak İslâm âlimleri, Allah ile resulü arasında böyle bir yakınlaşmanın açıkça tecessüme delâlet ettiğini ve ilgili metinlerin zaptı doğru olsa bile zâhirî mânalarıyla kabul edilemeyeceğini belirtmişlerdir. Allah’ın Peygamber’e veya Peygamber’in Allah’a yaklaşması mekân ve mesafe kavramlarıyla değil Resûl-i Ekrem’in derece ve makamının yükselmesi, duasının kabulü ve çeşitli nimetlere mazhar kılınmasıyla açıklanmalıdır (Kādî İyâz, I, 205). Bu yaklaşmanın mi‘rac gecesinde gerçekleşmesi ihtimaline bağlı olarak o gece Hz. Peygamber’in Allah’ı görüp görmediği konusunda da görüş ayrılığı meydana gelmiştir. Rü’yeti kabul etmeyenlerin başında Hz. Âişe ve Abdullah b. Mes‘ûd gelmektedir. Rivayete göre Ebû Zer el-Gıfârî Resûlullah’a, “Rabbini gördün mü?” diye sormuş, Resûlullah da, “O bir nurdur, nasıl görebilirim?” demiştir (Müslim, “Îmân”, 291-292). Hz. Âişe, Muhammed’in rabbini gördüğünü ileri süren kimsenin Allah’a iftira etmiş olacağını söylemiş, görmeyle ilgili âyetleri de (en-Necm 53/13-14; et-Tekvîr 81/23) Resûlullah’ın, “O görülen sadece Cibrîl idi” hadisiyle açıklamıştır (Buhârî, “Bedʾü’l-ḫalḳ”, 7; Müslim, “Îmân”, 283, 287). Hz. Âişe, Allah’ın -bu âlemde- görülemeyeceğine delâlet eden iki âyeti de (el-En‘âm 6/103; eş-Şûrâ 42/51) delil olarak zikretmiştir. Rü’yeti savunanlar görmenin şekli hususunda farklı yorumlar yapmışlardır. Bir kısmı Hz. Peygamber’in rabbini kalp gözüyle, bir kısmı da beden gözüyle gördüğünü ileri sürmüştür (Müslim, “Îmân”, 284, 285). Bu konudaki ilâhî beyanların bağlamı ve onların ilk nâzil olan âyetler arasında bulunduğu hesaba katıldığında yaklaşma ve görmenin Cebrâil’in kendisi ve onun vahiy getirmesiyle ilgili olduğu anlaşılır. Necm sûresi İsrâ sûresinden önce nâzil olduğuna, isrâ ve mi‘rac da aynı gecede meydana geldiğine göre yaklaşma ve görmeyi ilgilendiren âyetle mi‘rac olayı doğrudan bağlantılı değildir (Elmalılı, V, 3152).

İlgili âyet ve hadislerden isrâ ve mi‘racın bedenen veya ruhen gerçekleştiği sonucunu çıkarmak mümkündür. Ancak başta Buhârî ve Müslim olmak üzere mûteber kaynaklarda yer alan hadiseler içinde Hz. Peygamber’in göğsünün yarılması, buraka bindirilerek yedi kat semaya ve ötesine götürülmesi, süt ve şarap kadehlerinden birini tercih etmesinin istenmesi, elli vakit namazın beşe indirilmesi gibi hususların ortaya konuluş biçimi mi‘racın ruhen gerçekleştiği görüşünü desteklemektedir. Mi‘rac, kelâm âlimleri tarafından mûcize olarak kabul edilmekle birlikte kelâm eserlerinin birçoğunda olayın Hz. Peygamber’in hissî mûcizeleri arasında zikredilmemesi dikkat çekicidir. Öte yandan hissî mûcizelerin vuku buluşunun amacı açısından insanlar tarafından müşahede edilmesi gerekirken mi‘rac sadece Resûlullah’ın müşahedesi olup Kur’an ve hadisin haber vermesiyle bilinmektedir. Mûcizenin tanımı ve nübüvveti ispat etme fonksiyonu yönünden bakıldığında mi‘racın, klasik mûcize ölçüleri dışında Hz. Peygamber’in mânevî dünyasında gerçekleşip itminan ve güç veren olağan üstü bir hadise niteliği taşıdığı anlaşılır. Resûl-i Ekrem’in amcası Ebû Tâlib ile hanımı Hz. Hatice’nin vefatının, ayrıca maddî ve mânevî eziyetlere mâruz kaldığı Tâif Seferi dönüşünün ardından gerçekleşen mi‘rac olayının ona Allah tarafından lutfedilen mânevî bir destek olduğu açıktır. Bu ilâhî lutfun, son nebînin getirdiği mesajın Mescid-i Aksâ’da kendilerine namaz kıldırdığı ve semalarda görüştüğü peygamberlerin mesajlarını ihya edeceği ve hak dinin bütün dinlere hâkim olacağı (el-Feth 48/28) şeklinde yorumlanması hem naslar hem tarih açısından isabetli görünmektedir. Gerek Kur’an’da gerekse kavlî ve fiilî sünnette namazın dinî hayattaki öneminin ısrarla vurgulandığı bilinmektedir. İftitah tekbirinden sonra kulun Allah’a hitap etmesiyle başlayan namaz zâhirî şeklinin ötesinde bâtınî konumuyla müminin ruhî mi‘racı sayılmaktadır. Nitekim Gazzâlî İḥyâʾda, namazın zâhirî yönünü anlattıktan sonra derunî-mânevî hayatı geliştiren özelliğine de geniş yer ayırmış, bu arada psikolojik muhtevanın (huzûr-ı kalb) sadece Allah’a yönelik olmasına ağırlık vermiştir (I, 211-227). Bu açıdan namazın müminin mi‘racı olduğu şeklindeki değerlendirmenin doğruluğu ortaya çıkmaktadır.

İsrâ ve mi‘rac olayı bazı teliflere konu olmuştur. Bunlar arasında Ebû Şekûr es-Sâlimî (Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1460) ve Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin (Kahire 1964) Kitâbü’l-Miʿrâc, İbnü’l-Cevzî’nin Ḳıṣṣatü’l-miʿrâc (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 2729), Abdülkādir-i Geylânî’nin es-Sirâcü’l-vehhâc fî leyleti’l-miʿrâc (İstanbul 1312), İbn Dihye’nin el-İbtihâc fî eḥâdîs̱i’l-miʿrâc (Kahire 1417/1996), İbn Hilâl el-Makdisî’nin İktifâʾü’l-minhâc fî eḥâdîs̱i’l-miʿrâc (Brockelmann, GAL, I, 136), Celâleddin es-Süyûtî’nin el-Âyetü’l-kübrâ şerḥu ḳıṣṣati’l-isrâʾ (nşr. Muhammed Abdülhakîm el-Kādî, Kahire 1989), Nûreddin el-Üchûrî’nin en-Nûrü’l-vehhâc fi’l-kelâm ʿale’l-isrâʾ ve’l-miʿrâc (Beyrut 1424/2002), Muhammed Emîn el-Kürdî’nin Ḍavʾü’s-sirâc fî fażli receb ve ḳıṣṣati’l-miʿrâc (Kahire 1327), M. Âsım Köksal’ın Mirac Gecesi (Ankara 1955), Fazl Hasan Abbas’ın el-Minhâc: Nefeḥât mine’l-isrâʾi ve’l-miʿrâc (Amman 1407/1987), Mûsâ Muhammed el-Esved’in el-İsrâʾ ve’l-miʿrâc (Küveyt 1989), Amr Abdülmün‘im’in eḍ-Ḍaʿîf min ḳıṣṣati’l-isrâʾ ve’l-miʿrâc (Tanta 1413/1993) ve Süleyman Mollaibrahimoğlu’nun Mi‘râc Gerçeği (İstanbul 1991) adlı eserleri sayılabilir.